30.12.08

Kol

Bazen sadece copy/paste yapmak yeterli oluyor:

MHP 'kol'a taktı

    30 Aralık 2008

MHP 'kol'a taktı

MHP lideri Bahçeli, KA-DER'in kadın adayları desteklemek için hazırlattığı afişlere, 'Beni siyasi rakibim Erdoğan'ın kolları altına girmiş gibi gösteriyor' diyerek dava açtı. Bahçeli afişlere yayın yasağı da istedi.

Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği'nin (KA-DER) yerel seçimlerde kadınların desteklenmesi için başlattığı 'Gerçek Demokrasi İçin Yüzde 50 Kadın Aday' kampanyasının afişlerine kızan MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli dava açtı. Bahçeli, kendisini 'siyasi rakibi Erdoğan'ın kolları altına girmiş, gibi gösterdiğini' iddia ettiği afişlerin yasaklanmasını istedi.

Bahçeli'nin avukatı Mithat Burak Başkale tarafından Ankara 26. Asliye Hukuk Mahkemesi'nde açılan davanın dilekçesinde, afişin Bahçeli'nin şahsını hedef aldığı ve 'kişilik haklarına tecavüz niteliğinde' olduğu ileri sürüldü. Dava dilekçesinde 'afişlerin müvekkilin lideri olduğu partinin seçmenleri ve sevenleri arasında da infiale yol açma ihtimali' olduğu ileri sürülürken, 'telafisi mümkün olmayan zararların meydana gelmesini önlemek amacıyla' fotoğrafın görsel basın ve internette kullanımının durdurulması ve afişlerin tedbiren toplatılması da istenildi.

Radikal Gazetesi'nden Yonca Cingöz'ün haberine göre, dilekçede şu iddialara yer verildi: "Davaya konu fotoğraf fotomontajdır. Davalı afişleri vermekteki amacından uzaklaşarak, halkta kadınların siyasette daha çok etkin olmasına dikkat çekmek yerine, Bahçeli'yi siyasi rakibi olan Recep Tayyip Erdoğan'ın kolları altına girmiş gibi göstermiştir. Davalı afişleriyle Bahçeli'yi ve lideri bulunduğu MHP'yi, başta seçmen kitlesi olmak üzere toplum nazarında küçük düşürücü bir durumda bırakmıştır. Bu fotomontaj fotoğrafın, yerel seçimler öncesi kullanılmasının müvekkilin lideri bulunduğu siyasi harekete zarar verici ve siyasi rekabeti engelleyici boyuta ulaşma ihtimali vardır."

Böyle bir tepki beklemediklerini belirten KA-DER Başkanı Hülya Gülbahar, "Bu birbirimize ve mizaha tahammül sınırlarının ne kadar dar olduğunu gösteriyor. Böyle bir esprinin dava konusu olması, yerel seçimlerden önce Türkiye için bir ön sınav niteliği taşıyor. Afişin toplatılacağına inanmak istemiyoruz."


 

25.12.08

İşte bıyık! İşte çemçük sırıtma!


Brad Pitt'e benzeyen benim...
Dilli tipsiz Fahir, öbürü de Oktay.

Suni Gündem

"Herkes küresel bir ekonomik krizden bahsederken Japonya'da robotların garsonluk yapması hakkında konuşmak saçma mı olur? Şimdilik evet… Ama o garson robotlar bilinçli olarak siparişleri yanlış alıp insanların beslenmesini olumsuz etkilemeye başlarsa, yetersiz beslenen bir nesil giderek her şeyi robotlara bırakırsa ve bir gün hâkimiyet tamamen robotların eline geçerse…

Uzuneşeğin kurallarının, 21.inci yüzyılda hala, yazılı olmamasına ne dersiniz? Bunu da mı konuşmayacağız? Kuralların belirsizliğinden kaynaklanan tartışmalar mahalle arkadaşlıklarını zedelerken, çocuklar sokaklardan uzaklaşıp dört duvar arasında bilgisayar oyunlarına gömülürken… Sosyal ilişkiler günden güne zayıflarken de sessiz mi kalacağız?

Keşke birileri çıkıp bizi zamanında uyarsaydı, diye hayıflanmanın bir faydası olmayacak o günler geldiğinde! O yüzden bugünden başlamalı Suni Gündem izlemeye…"

Modern Sabahlar ekibinin i yeni programı Suni Gündem 2009'da her Salı 20.00 TRT fm'de.

17.12.08

Melih Gökçek Kazandı

Semra Hanım'dan sonra ekranlarımızda gördüğümüz en yaman tartışmacıyı izlerken kafama dank etti: Melih Gökçek'in olayı bambaşka… Kılıçdaroğlu belgelerle boğuşurken, Uğur Dündar tartışmayı dizginleme telaşındayken Melih Gökçek'in muhatabı başbakandı. Çok net bir mesaj verdi. Şöyle özetleyeyim:

"Kılıçdaroğlu'nun karşısına çıktım… Konuşulanları boş ver. Unutulur gider… Ama benim sonum da Şaban Dişli ve Mehmet Fırat gibi olursa bu adam efsane olur. Kılıçdaroğlu kafayı taktığı adamı bitiren bir kahraman haline gelir… Üçüncü kez başarmasına izin vermeyeceksindir herhalde! Uzatmadan benim adaylığımı açıkla da Kılıçdaroğlu fırtınası da fıslasın… Hadi… Küsüyorum yoksa!"

Bugüne kadar hiçbir siyasi tahminini tutturamamış bir adam olarak söylüyorum, Melih Gökçek adaylığını garantiledi!

Lost (şahsi sezon)

Ayıptır söylemesi alışveriş arabasını ağzına kadar dodurmuştum lüks gıdalarla. Kilo kilo etler, yöre yöre peynirler, hepsi marka! Kasaya geldim, cüzdan yok! Mal gibi kaldım.

İnsanın aptal olduğunu ciddi ciddi düşündüğü bazı anlar oluyor. Aynı şeyi tekrar tekrar yapıp değişik sonuç alma beklentisine girdiğimiz anlar mesela… Arabada koltuğun altını altıncı kez ararken fark ettim bunu. Kayıp cüzdan durumunda söylenen bir cümle vardır: Para değil de kimlikler, kartlar… Kimlikler ve kartlar umurumda değildi benim, aklım paradaydı… Normalde hiç para koymam cüzdana, cebimde durur. Ama fakirlikle ilgili bir şey herhalde bazı banknotların cüzdanda durması gerektiğini hissettiğim için o gün içinde para da vardı. 200 YTL… (Ulan 200 YTL'nin muhabbetini yapıyor durumuna düştüm…) Parasında değildim tabii, prensip olarak cüzdan kaybetmekti beni üzen… Yoksa 200 dolar nedir ki?

Sabah arabanın camlarındaki buzu kredi kartıyla temizlemiştim (gold!). Sonra cüzdanı cebime atarken, soğuğun ellerimde yarattığı hissizlikle ve sabahın bünyede yarattığı mallığın birleşmesiyle hedefi tutturamamış olduğuma kanaat getirdim. "O sırada yanımdan bana dikkatle bakarak geçen bir adam vardı. Her halde cüzdanı düşerken gördü, sesini çıkarmadı, ben uzaklaşınca dönüp aldı… 200 euromu Kesin o şerefsiz aldı!" gibi bir düşünce billurlaştı kafamda.

Zamanında "Bay Yanlış'la Doğru Mehmet"i seyretmiş biri olarak karakola gitmeye karar verdim… Benden başka birinin de izlediğini umarak girdim. Kayıp tutanağı tutan memur, yazık, bıyıklarıma bakınca Ergenekon'un Bir Numarası geldi teslim oldu diye düşünmüştür. Kayıp cüzdan vakasını duyunca hevesi kaçtı. 200… (külçe altın mı desem? Yok, lan deve… Evet!) 200 deveyi duyunca (Baharat, gümüş ve ipek taşıyan bir kervan!) heyecanlandı. Kariyerinin en esaslı olayıyla karşı karşıya olduğunu anladı. Geçmiş olsun dedi, tutanakla kimlikleri nasıl çıkaracağımı anlattı ve cüzdanımı bulmak için bütün ekiplere haber vereceğini söyleyerek beni uğurladı. (Aklınızda olsun böyle durumlarda şifreli konuşmalar yapılıyor. Gizli bir yere "İki çay, bir kahve…" diye seslendiğini duydum polisin arkamdan.)

Bazılarınız içinde para olan bir cüzdanı kimsenin karakola getirmeyeceğini düşünüyor olabilirsiniz… Ama karakoldan çıktıktan yarım saat sonra telefonum çaldı: Cüzdan bulunmuştu!

Demek dünyada hala dürüst insanlar varmış dedim kendi kendime… Radyoda bulduğu cüzdanı hemen haber veren Duygu sayesinde geleceğe dair umutlarım güçlendi. Şans işte… O gün yayına benden sonra Burak Can girecekti normalde! Cüzdanı mixerin altında bulunca da ham-hum-şorolop edecekti!

Gelelim sonrasına…

Ben iyi haberi alınca bir neşelendim… Şarkılar, türküler… Söylediğim şarkı da "Tahsildaroğlu'nun peynir cingılı" Artık nasıl bir sevinçse… Bakkala da cüzdanı bulamadığımı söyledim. İçimden bir ses cüzdanımı kaybettiğimi düşünürse beni daha çok seveceğini söyledi, ona uydum. Sabah bana merakla bakan adamın da bıyıklarıma baktığı netleşti.

Cevapsız kalan tek bir soru var:

Ben bu 12 bıyıklı vesikalığı ne yapacağım?

10.12.08

Şahsi Şova Devam


Bu çemçük ifadeyi bir de bıyıklı hayal edin!



Ege Kayacan'ın Şahsi Şovu bir kez daha if'te...
13 Aralık cumartesi gecesi saat 9 diyor afişlerde ama sarkma olur... Yine de soğukta sokaklarda dolanmaktansa erken gelmekte fayda var!

4.12.08

Kaytan Bıyıklarımı Sürsem Nerelerine?

İnsanın dudaklarının üzerindeki kılların, uzadıkça ayaklarının altında manevi bir zemine dönüşmesine şahit oluyorum şu ara… Öyle bir zemin ki bu, beni havalandırıp yaşanan her şeyin üzerinden bakmamı sağlıyor! O kıllar ki yeri geldiğinde bir çift kanada dönüşüp beni , daha önce varlığını bilmediğim, hayal diyarlarına götürüyor. Bıyıklarımdan bahsediyorum…

Yüzümün bir yanından diğerine boylu boyunca uzanan o narin dokunun büyüsüne kapılmayan yok gibi. Erkeklerin takdir ve özenti taşıyan bakışları, kadınların teslimiyete hazır iç geçirmeleri… Küçük çocukların bıyıklarıma dokunmak için çevremde halka olması… Doğanın dengesinin benim bıyıklarımla sağlandığını hissediyorum günden güne.

Bugün artık eksik parça yerine oturduğunu hissedebiliyorum…

Geçmiş ve gelecek arasında bir köprü kuruldu… Hayal ve gerçek buluştu. Birbirinden farklı görünen, ama içten içe bir şekilde bağlı olduğunu hissettiğimiz, her şeyin bir bütünün parçası olduğunun altı çizildi (bıyıklarımla).

Bıyık altından çemçük sırıtışta da ustalaşmam lazım ama daha…

25.11.08

Kakalar, Kakalarımız

İleride, bir genç kız olduğunda, ilk kakasını web sayfasında duyuran bir babası olduğu için belki utanacak Alin… Ama ben bugün gururluyum. Tarihe kayıt düşüyorum. Alin kakasını yaptı, "Hoşçakalın Kakalar, sonra yine görüşürüz…" diyerek sifon çekti… Bu sifon aynı zamanda bir dönemin üzerine çekildi! Yani öyle umuyoruz…

Oyunun ortasında bir köşeye çekilip "Ben televizyona bakarak kaka yapacağım!" dediği günleri özleyeceğiz elbette… Ama televizyona bakarak kaka yapmanın da bir yaşı var. (Bunun 33 olmadığını geçen yaz Bürge'nin sert uyarısıyla öğrendim!)

Bir sit-com'da insanın hayattaki en büyük başarısının kakasını tuvalete yapmak olduğuyla ilgili bir espri vardı. "Eğer bunu başaramamı olsaydın, diğer bütün başarıların gölgede (bok içinde) kalacaktı!" diyordu adam, haklıydı.

Alin ilk adımı attı ama umumi tuvaletlerde ülkece bütün birikimlerimizi gölgede bırakan bazı bırakımlar yaşanıyor hala…

23.11.08

Marşandiz Etkisi

Bilinçaltımızın gizemli labirentinde karşımıza kim bilir daha neler çıkacak...
Grupla ilgili yalap şap yapılan bir araştırmada gruptan birinin Perran Kutman'ın kocası olduğunu öğrendim bu arada.



Hadi buyurun hoplayalım...

http://rapidshare.com/files/166434939/Marsandiz_-_Marsandiz_Dans.mp3.html

Bir başka Marşandiz Hiti:

"okula gidiyorsun
okumayı öğrenmeye
okula gidiyorsun
yazmayı öğrenmeye
önce kelimeler
sonra hikayeler"

Bu Arada: Rapidshare sadece 10 download'a izin veriyormuş. Hastası olanlar mail atsın. Artık piyasada olmayan bir albümün şarkısını paylaşmak telif sorunu yaratmıyordur inşallah. Aman boşver, dansımız marşandiz...

21.11.08

Dansımız Marşandiz

“Dansımız marşandiz…” dizeleri takılmıştı aklıma… Bir grup insanın dansının marşandiz olmasının ne kadar trajik olduğunu düşünüp üzülüyordum.

Sonra Modern Sabahlar dinleyicilerinden Funda Hanım, şarkının sözlerinin bir kısmını hatırlattı bize:

“Bir iki üç dört başlıyor…
Hemen şimdi başlıyor…
Bir iki üç dört başlıyor
Dansımız marşandiz…”

Sinirlerimiz bozuldu… Bunun üstüne bir de şarkının MP3’ünü bulup yolladı Bora… Tam oldu! “Aboloşolobobo… abolo kumba!” diye başladığını sarsılarak hatırladık.

Bilinç altına gömdüğümüz bütün acılar teker teker canlandı Casio hesap makineli orgla çalınan melodiyi dinlerken…

Şarkıyı isteyenler var… Ne istediklerini biliyorlar mı?

Danslarının marşandiz olmasına hazırlar mı?

20.11.08

100 yıl önce mi 100 yıl sonra mı?

Gece gördüğüm rüyayı hatırladım…

Murat Yetkin, Can Dündar, şimdi kim olduğunu hatırlayamadığım bir kadın (Rüyamda selam vermiştik birbirimize)ve ben, bir salonda izleyici karşısında konuşuyorduk. Can Dündar'a sorular soruluyordu… Benim aklımda çok şahane olduğunu düşündüğüm bir soru vardı, sormak için sıramı bekliyordum. Soramadım ama, nezaketen cevap verilen çok yavan bir şey sordum. Kendime kızıp, hırsla sıramı beklemeye başladım. (İnsan kendi rüyasında mal durumuna düşer mi?) Ben beklerken salona Alin geldi, Murat Yetkin toplantıyı bitirip Alin'i sevmeye başladı. Büyük ihtimalle o sırada Alin yatakta enlemesine uzanmış başını Bürge'nin başına, ayaklarını da benim kafama dayamıştı.

Neyse soruyu burada sorayım: 100 yıl önce mi yaşamak isterdiniz, 100 yıl sonra mı?

Şimdi düşünüyorum da, rüyamda sorduğum diğer sorunun yavanlığını aratmıyor. Dün gece bu soru o kadar derindi ki, çok boyutlu değerlendirmelerle cevaplanacaktı, üzerine uzun uzun tartışılacaktı…

Benim cevabım belli, 100 yıl sonra…

Gelecekten umutlu olmanın göstergesi mi bilmiyorum. Ben her şeyin daha güzel olacağını düşünüyorum sadece. 100 değil 10 yıl sonrasına bile fitim! Murat Yetkin'in sevecenliği tutmasaydı Can Dündar'ın cevabını da yazacaktım, olmadı.

Diğer sorunun cevabını yazabilirim ama: " Güzel olan her müziği dinlemeye çalışıyorum Egeciğim."

19.11.08

Arananlar | Kasım

1) ikinci bebek kime benzer

İlk bebekte tutturamayanlar, ikinci çocukla şansını deniyor. "Yine babasına benzeyecekse çekemem cefasını!" diyen biri olduğunu düşünüyorum. İkinci bebek genel hatlarıyla ilk bebeğe benzer diyebilirim.

2) bıranç

İngilizce okumayı öğrenmek zorunda mıyız? "Light"ı "layt" diye okumamız gerektiğini okulda öğretmiyorlar…

3)heykelin ayağı neden dört parmaklı

Beşinci sezonu beklemek lazım bunu öğrenmek için… Ben de bilmiyorum!

4) dünyanın bana içini göster

Bu arkadaş gerçekten meraklı… Yüzeysellikten uzak, derinlikli bir açıklama peşinde…

5)donsuz gezen kizlar

Nerede gezdiklerini merak eden biri… Ben de bilmiyorum?

6)kötü ifadeler memelerini sallayan

Memelerin sallanması sonucu mu ortaya çıkıyor o ifade acaba? Kadının memeleri öfkeyle sallanıyordu, gibi bir durum mu söz konusu?

7)sevgilim yanımda osurdu

Günlüğüne yazacağını google yazan biri…

8)2008 kız isimleri modern olsun

Google'a tezgahtar muamelesi… "2008 Kız isimlerini öğrenmek istiyorum… Yalnız, modern olsun!"

9)cola light göbek yapar mı

Kutusunu yersen evet!

10)bir kafe almak icin neler lazim

Her Türk gencinin hayali… Hayal kurmaktan bir adım öteye geçen bu arkadaşımız çalışmalara sıfırdan başlıyor.

Mansiyon: hadiseni şarkılare

Yorum yok!

18.11.08

Kendini Ne Zannediyosun?

Herkes kendini bir bok sanıyor!

Yaptıklarımız, yapacaklarımız ve yapabileceklerimiz hakkında atıp tutmamızdan bahsetmiyorum. Tipimiz söz konusuyken de uçuyoruz.

Örneğin ben…

Brad Pitt ve George Clooney'nin mükemmel bir karışımıyım… Saçımı uzatınca Doors'taki Val Kilmer'ı da andırıyorum. Düşünceli Halim Edip Cansever'e yakın… Bunun yanında sakallı halim Oğuz Atay'ı andırırken, gözlüklü halim Eric Clapton'a benziyor. Çıplak vücudumun Johnny Depp'in aynısı olduğunu sadece ben söylemiyorum, yeterince ısrar (tehdit)edersem herkes kabul eder. Ses zaten Mazhar Alanson… Hal ve tavır olarak da Axl Rose/Slash çizgisinin David Bowie'yle cilalanmış bir temsilcisi olduğumu söyleyebilirim.

Bazen aynada çıplak vücudumu izlerken, birbirinden bu kadar uzak özelliklerin nasıl olup da bir bedende buluştuğuna şaşırıyorum… Tek açıklama: Mucize…

Ama işte, gerçekleri çarpıtmaya çalışanlar çıkıyor:

Ekşi Sözlük'te beni Rowan Atkinson'a , hem de "çok pis", benzeten frank n furter bu mucizeye inanmıyor. Her ne kadar iyi niyetle Rowan Atkinson'un başarılı kariyerinden bahsederek gönlümü almaya çalışsa da tipimi Mr. Bean'e benzetmiş. Bunu nasıl duydu bilmiyorum… Daha önce de birbirileriyle alakası olmayan birkaç kişinin beni Mr. Bean'e benzetmesine şahit olmuş biri olarak, aklıma gelen tek mantıklı açıklama birinin bu düşünceyi insanlara zorla kabul ettirmesi…

Zamanında beni Emel-Erdal'ın Erdal'ına da benzetmeye çalıştılar, işi Emel'e benzetmeye kadar vardıran oldu. Ama o gün bu saldırılara nasıl Jack Bauer gibi direndiysem (ağzımı büzdüğümde andırırım) bugün de Mr. Bean saldırılarına da aynı şekilde direneceğim. (Az önce ayna karşısında ağzımı büzerken abarttığımda Tamer Karadağlı'ya benzediğimi fark ettim. Biraz da ha büzünce bir organımıza benziyor.)

Bütün bunları düşünmeme neden olan şey de Onur Demirsoy'un karikatürü:

Çok rica ediyorum söyleyin, bunun nesi Brat Pitt'e benziyor? Johnny Depp görse "Aaa, aynı ben!" der mi?

Olmuyor...

13.11.08

Dizi Bağımlılığı

Bir önceki yazıya Oya'nın yorumu: Dizi bağımlılığınız korkunç! (Sizli-bizli konuşmalara bayılıyorum, ciddiyim. Klas katıyor. "Kakanızı yaptınız mı?" demenin bile havası başka oluyor.)

Nasıl başladı bilmiyorum, herkes kadar izliyordum bir aralar… Hayatın akışını comedy max'ın yarım saatlik dilimlerine göre ayarladığım bir dönem hatırlıyorum. Ama film (dizi?) torrentlerle tanışınca koptu! İşlerimi televizyona göre ayarlamaktan kurtulduğumu hissettim başta. Meğer bataklıkmış…

Çok şikâyetçi değilim… En iyilerini seyrediyorum bir kere. Sinema filmi kalitesinde işler… Türk dizilerinin ağır işleyen bilindik hikâyelerine saplanmış olsaydım dertlenirdim.

Bir de dizilerin hikâyeleri ele alış biçimleri filmlerden çok daha farklı, çok daha doyurucu…

Burada durup bir konuyu netleştirmemiz lazım. Dizi derken popüler Amerikan dizilerinden bahsediyorum, sinema derken de Hollywood'un ticari filmleri…

Büyük bütçeli filmlerde meseleler de büyük oluyor bir kere… Dünyadaki bütün bankaların sistemlerine aynı anda girmek mesela! Ama televizyonda küçük bir şubeyi soyan adamları izliyoruz. Bir de uzun uzun izliyoruz… Doksan dakikaya en şık hareketleri sığdırma derdi olmadığı için maceradan bağımsız küçük olaylara da şahit oluyoruz. Daha iyi tanıyoruz.

Bu da karakterlerle daha yakın olmamızı sağlıyor… Jack Bauer'ın ciğerinin içini bilirim ben mesela. Ama sinemada karşımıza çıksaydı iki üç artistliğini görecektik sadece.

Bir de dizilerin evrilmesinin hastasıyım! Sinemada bu yok! Yönetmenin eline bir senaryo geçiyor ya da kendi yazıyor. Sonra bir dünya kuruyor kafasında, onu aktarmaya çalışıyor bize. Biz de tam anlamıyla seyirci oluyoruz. Ortaya çıkan iş iyiyse seviniyoruz, kötüyse tiksiniyoruz. Televizyonda işler benzer şekilde başlasa da devamında her şey değişiyor. İzleyici aktif durumda! Ratingler hikayeye yansıyor. Hikayenin fıslaması durumunda yeni çözümler bulunuyor. Masa başında hesap edilemeyen şeylerle yeni manevralar yapılıyor. Seyircinin katkısı hissediliyor.

Lost'ta da gördük güzel bir örneğini: Benjamin Linus denen adama millet hasta olunca ağırlığı arttı, mis gibi oldu. Kim Bauer'dan tiksinilmesi de tam tersi bir durum yarattı. Fakat ,yeri gelmişken, ne iğrenç bir kızdı o!

İşin bir de muhabbet kısmı var.

Sinemadan çıktıktan sonra film hakkında her şeyi konuşabilirsin ama "Acaba şimdi ne olacak?" diye soramazsın arkadaşına… Yorumlar kısır kalır.

Dizilerle ayakta duran aşklar biliyorum çevremde… Lost'a beraber başladık, birbirimizden tiksinsek de sonuna kadar devam, diyenler var.

Bir de televizyon sosyal ilişkileri zayıflatıyor diyorlar…

12.11.08

Dizi|Dexter

Bu kadar zamandır bekletiyorduk, geçtiğimiz haftasonu geçtik başına. Hesaplarım doğruysa (kafa sırf bunlara çalışıyor benim!) biz ikinci sezonu izlemeyi bitirdiğimizde Amerika'da üçüncü sezon da bitmiş olacak. Onu da bir hafta da toplu bir şekilde izleyip Madmen'e geçeceğiz. Bu arada da Lost başlamış olacak… (Ciddiyim, kafa böyle!)

Dexter'a dönersek, polisiye izlemeyi sevenler o dünyaya değişik bir açıdan yaklaşıyorlar bu dizide. Kahramanımızın kimliği durumu değiştirmiyor. Dexter bir seri katil olarak sadece kötü insanları koleksiyonuna katıyor. Herkesin suçlu olarak gördüğü adamları, adaletin bir şekilde yetersiz kaldığı durumlarda bulup cezalandırıyor. Bruce Willis veya Mel Gibson gibi kural tanımayan polislerden çok farkı yok Dexter'ın. Bundan zevk alıyor olması da çok rahatsız etmiyor bizi. (Gerçek hayatta yargısız infaz aynı hisleri uyandırmıyor tabii…)

Dizi de beni esas etkileyen seri katilden kahraman yaratma başarısı. Burada küçük bir numara var! Konuyla ilgilenenler bilirler, "anlatma, göster!" yaklaşımı devamlı akılda tutulması gereken bir senaryo kuralıdır. Daha çok aşk filmlerinde karşımıza çıkar. "Bu adam bu kadını çok seviyor!" lafı yetmez… O adamın nasıl aşık olduğunu, aşk için neler yaptığını görmeden izleyicinin aşka inanması zordur; aşk lafta kalır, etkisizleşir. Dexter'ın senaristleri bunu tersten uyguluyorlar. Dexter, kendi deyimiyle, normal görünmek için bir kadınla flört ediyor, çocuklarla oynuyor. Lafa gelince bundan hiç zevk almıyor, mecburen yapıyor. Ama izleyici olarak bizler ekranda sevgi dolu bir şekilde çocuklarla şakalaşan, sevgilisinin sorunlarıyla ilgilenen bir adam görüyoruz. Sosyopatlık lafta kalıyor…

Karakterlerin hepsi çok iyi çizilmiş… Hikayeler sağlam ve iyi işleniyor. (Birinci sezon böyle, sonrasını bilemem.)

Bozmadan devam etmesi, Lost'su günlerde can simidi olmayı sürdürmesi tek dileğimiz.

8.11.08

Yaşar|Dem

Müzisyenlerin zaman içinde dinleyicilerine borçlanması durumu var. Bunun farkına varıp ödeyenler, yerlerini sağlamlaştırıyorlar. Düne kadar Yaşar'ın da birikmiş bir borcu vardı, "Dem"le hesap kapatıldı. İlk üç albümün en iyileri akustik olarak kaydedilmiş. Hem ticari hem de sanatsal olarak en doğru hareket! (Darısı Mazhar- Fuat- Özkan'ın başına!)

Yaşar müzisyen olarak olgunlaşmış… Coşkularını kontrol altına almayı başarmış. Sesini yükselmeden, mırıl mırıl söylüyor şarkılarını. Sonra birden, "zamanıdır" dediğiniz anda patlıyor… O yüzden koptuğu/kopardığı yerlerin etkisi daha yüksek. Galiba alkol de alınmamış kayıtlar sırasında, yoksa bu kadar dizginleyemez insan kendini, bu şarkıları söylerken.

Arabada dinlerken "Keşke trafik biraz daha sıkışık olsa!" dedirten bir albüm yapmış yaşar. Kayıtlar, düzenlemeler harika…

Sonbahara damgasını vuracak albüm Oasis|Dig Out Your Soul olacak derken,Dem dengeleri altüst etti!

6.11.08

Bir takım şık hareketler

Divx dünyasının altyazarlarından bahsetmiştim daha önce… Seyir zevkine neler katılabildiğini göstermek adına MonaRıza&NAzo 82'nin son çalışmalarının yanındaki notları yapıştırıyorum aşağıya:


 


 

"Sonda çalan parça: Regina Spektor - Better.


 

Dinlemek isteyenler için: http://www.youtube.com/watch?v=JGBNFEjPl38


 

-----------------------------


 

Robin'in babası rolünde gördüğümüz Eric Braeden, çoğumuzun Yalan Rüzgârı'ndan (The Young and the Restless) tanıdığı Victor Newman'ın ta kendisidir. Hâlâ ortalığı kasıp kavuracak kadar yakışıklı olmasının yanında, hareketleri size de George Costanza'nın (Seinfeld) babası Frank Costanza'yı hatırlattı mı merak ediyoruz.


 

http://www.imdb.com/name/nm0000967/



 

http://i34.tinypic.com/2q18bbq.jpg

http://i33.tinypic.com/302w8bb.jpg

http://i35.tinypic.com/6ztwdf.png


 

-----------------------------


 

Kool and The Gang: Kool & The Gang, üç neslin müzik yapısını etkileyen, dünya çapında 70 milyondan fazla albüm satmış olan bir topluluk...


 

"Celebration," "Cherish," "Jungle Boogie," "Summer Madness" ve "Open Sesame" gibi şarkıları iki Grammy, yedi American Music ödülü, 25 Top Ten R&B hit, dokuz Top Ten Pop hit, ve 31 Gold ve Platinium albüm kazandı. Kool & The Gang 30 yılı aşkın bir süre performans gösterdi ve tarihteki en uzun süreli R&B topluluğu oldu. Uzun süren kariyer başarılarının sebebi ise müzikal evrimdir.


 

Devamı için: http://www.garaj.org/haber/19001/kool-and-the-gang-istanbul-arena-maslak-istanbul


 

http://i37.tinypic.com/16kz52w.jpg


 

-----------------------------


 

Popping and Locking: Bunu ''hip hop dansı'' olarak genel çevirdik ama merak eden arkadaşlarımız için bilgi verelim;


 

Hip hop dansları genelde "eski ekol" ve "yeni ekol" olarak iki ana sınıfa ayrılır. Eski ekol 1980'lerle olgunlaşan breakdans ile kökenleri 70'lere dayanmakla beraber 80'lerde hip hop kültürüne eklemlenmiş popping ve locking danslarını içerir. Yeni ekol ise 1990'ların krumping, harlem shake, chicken noodle soup, jigging, tone wop, freaking and hyphy gibi dansları içerir.


 

Eski ve yeni ekol ayrımlarının temel dayanağı hip hop müziğinin kimyasında meydana gelen değişimlerdir. Eski ekol danslar özellikle funk müzik gibi 70'lerin hızlı ve enerjik müziklerine uygun olarak icra edilen danslar olup, yer merkezli figürlerin bolca kullanıldığı danslardır (Popping ve locking danslarında yer hareketleri kullanılmadığı halde tarihsel olarak breakdans ile aynı zamanda ortaya çıktıklarından eski ekol içinde yer alırlar.) 90'larla beraber müziğin ağırlaşması ile yer merkezli figürler yerini dikey pozisyonda yapılan figürlere bırakır.


 

Devamı için: http://www.bgst.org/dans/arastirma/hiphopdans.html


 

Hoşumuza giden bir video: http://www.youtube.com/watch?v=BtBm-XxcBBw


 

-----------------------------


 

Stand by Me (Benimle Kal): İzlemeyenlerin çok şey kaçırdığı, 1986 yapımı mükemmel bir film.


 

Konusu: Film Gordie (Dreyfus) adlı karakterin anlattığı bir anıdır. 1959'da geçen öykü, Küçük Gordie (Wheaton) öyküler anlatan sessiz bir çocuktur. Abisinin (Cusack) ölümünden sonra babası tarafından görmezden gelinmiştir. 3 yakın arkadaşının da problemleri vardır. En iyi arkadaşı Chris Chambers (Phoenix) suçlu ve alkolik ailesinden dolayı hor görülen bir çocuktur. Teddy (Feldman) babası tarafından kulağı yakılmış bir çocuktur ve duygusal anlamda kendini kontrol edemez. Vern (O'Connell) ise grubun şişman ve korkağıdır. Vern, bir ceset görüldüğünden bahseder ve dört çocukken bir ölü vücut görmek için bir maceraya çıkarlar.


 

http://www.imdb.com/title/tt0092005/

http://i36.tinypic.com/vrbzud.jpg


 

-----------------------------


 

MONA RIZA® & nazo82

Kasım 08"

5.11.08

Obama'dan İlk Mesaj

Seçim zaferinin ardından Obama'nın ilk mesajı net oldu:

"Değişim demedim, değişiklik demek istedim... İngilizce ikisi de aynı, o yüzden biraz şey oldu! Bush gitti, ben geliyorum... Bir değişiklik olsun diye... Çok şey beklemeyin yani! Zaten kriz falan, para yok. Beyaz Saray'ın perdelerini bile değiştirmeyeceğiz herhalde."

Kriz dönemlerinde güçlenmesi öngörülen faşizm de güzel bir tokat yemiş oldu! Obama'nın Türkiye'ye etkisinin sadece gündemdeki meselelerle sınırlı kalmamasını, zihniyette de bir hareketlenme yaratmasını umalım!


"Bu gece yengenizle sabaha kadar beş posta!"

Önemli Mesele:
Biz "zenci" dediğimiz zaman yanlış mı oluyor, aşağılama mı içeriyor? "Siyahi" mi dememiz lazım? Yarın öbür gün başkana karşı yanlış olmasın...

4.11.08

Sandıktan Barrack Çıktı!

Yarın gazetelerde böyle bir manşet görebiliriz. Ben bu satırları yazarken oylama devam ediyor. Ya da bitti, bilmiyorum. Saat farkı çok yavan bir şey... Obama'nın şansı ekonomik kriz oldu diyorlar. Bazıları "değişim" vaadinin altını çiziyor. Jack Bauer'ın katkılarını hatırlayan yok! Gerçi Jack Bauer vefa'nın Washington'da bir semt olduğunu biliyor ama onun adına ben bozuluyorum...


Obama'ya bakınca David Palmer'ı görüyorum ben!

Şahsi Şov 031108/if performance hall


Şahsi Şov'dan bir kare (aslında dikdörtgen... Bunlar bazı temel bilgiler, ihmale gelmez.) Gitar, ışık falan sizde değişik hisler uyandırmasın, söylediğim şarkı oralarımız, buralarımızla ilgili...

Bir dahakinde buluşmak dileğiyle!

Güneşin Oğlu

Polis'ten sonra Güneşin Oğluyla karşımıza çıkacak olan senarist-yönetmen Onur Ünlü, meğer "Ah! Muhsin Ünlü" adlı şairmiş aynı zamanda. Vay be!

Ekşi Sözlük yazarı kefci2000'den şunu öğreniyoruz:

-şair olarak film çekmenin zihinsel ve pratik anlamı nedir?

diye sorarlar kendisine. cevabı ise şöyle olur:

-müsaade ederseniz şöyle söyleyeceğim. ben şairim evet. ama bu benim özel hayatım. bu yüzden izin verirseniz şiirle ilgili soruları yanıtlamak istemiyorum.

Nasıl bir şairdir diyenlere:

"sen beni öpersen belki de ben fransız olurum
şehre inerim bir sinema yağmura çalar
otomobil icad olunur, zarifoğlu ölür
dünyadaki tüm zenciler kırk yaşından büyüktür.

-senegalliler dahil değil

sen beni öpersen belki de bulvarlar iltihablanır
çağdaş coğrafyalarda üretir cesetlerini siyaset bilimi
o vakit bir sufiyi darplarla gebertebilirsin
hayat bir yanıyla güzeldir canım, sen de güzelsin

-yoksa seni rahatsız mı ettim?

sen beni öpersen belki de aşkımız pratik karşılık bulur
ne ikna edici bir intihar girişimidir şimdi göz göze gelmek
elbette ata binmek gibidir seni sevmek sevgilim
elbette gayet rasyoneldir attan atlamak

-freud diye bir şey yoktur.

sen beni öpersen belki de ben gangsterleşirim
belki de şair olurum seni de aldırırım yanıma
bilesin; göğsümde hangi yöne açmış tek gülsün
yani ya bu eller öpülür, ya sen öldürülürsün.

-haydi iç de çay koyayım.

ah muhsin ünlü"

Şiirin ve şairin dostu Kayacan Blogculuk Güneşin Oğlu'na başarılar diler...

http://www.gunesinoglu.com

30.10.08

Jest ve Mimik: Erdal Özmen

Jest ve Mimik adı altında hayatıma önemli etkileri olan insanları anlatmaya karar verdim. Gündemde ekonomik kriz varken beni 1999'daki şahsi iktisadi krizimden kurtaran Erdal Özmen'le başlamak istedim. İktisadi kriz derken, Odtü İktisat'tan mezun olma krizim.

İlk yıl uyanamamıştım. Sadece dersler değil, üniversite'yle ilgili her şey yeniydi. İkinci yılın hemen başında bir mikro dersinde farkına vardım: Konuşulanlardan hiçbir şey anlamıyordum. Bunu belli etmemeye çalışarak altı yıl geçirdim ODTÜ'de. Giderek zorlanıyordum ama gerizekalı değil de çalışmamış görünmeyi başarıyordum. Ekonometriyle karşılaşana kadar. Bu yazı kendi acıklı hikayemi anlatmak için yazılmıyor, o yüzden hemen esas konuya geçelim. Son engel 302. Bu arada başka derslerle de uğraşıyorum ama onlar kolay. Kolay dediğim anlaşılıyor. Ekonometride yaşadığım çaresizliği şöyle anlatayım:

Matematik ağırlıklı bir alan olduğu için para üstü problemi uygun olacak. Derste çözülen problem şöyle bir şey… "Ali'nin 50 lirası vardır. 15 lira harcadıktan sonra kaç lirası kalır?" Cevap basit 35! Ancak bu cevaba nasıl ulaşıldığını bilmediğinizi düşünün. 50'den 15 çıkarılacak, bunu biliyorsunuz. Ama "neden çıkarma" sorusunu cevaplayamıyorsunuz. Dolayısıyla sınavda Ali'nin 50 lirasından geriye 35 lira kalmıştır. Ne kadar harcamıştır?" gibi biraz değişitirilmiş bir soruyla karşılaşınca ne yapılacağını bilmiyor, bilemiyorsunuz. Harcadığını verse çözeceğim, gibi acıklı cümleler kuruyorsunuz.

Bu durumu acıklı buluyorsanız, daha da beterini anlatayım. Final sınavına kantinden aldığım hesap makinesiyle girmişim, dana kadar! Tuşlarına Macar salamıyla basılması için tasarlanmış. Neyse, ben hesaplara giriştim. Büyüleyici şekilde tam sayılar çıkmaya başladı karşıma. Normalde virgülden sonra üç dört basamak gider… "Vay anasını, nasıl denk getirmiş!" dedim önce kendi kendime. Sonra içime bir kurt düştü. On beş bölü iki işlemiyle makineyi denedim. Sonuç: 8. Makine esnaf makinesi olduğu için yuvarlıyormuş… Asapları bozulmuş bir adam olarak çıktım sınavdan, bir kez daha kalmıştım ama komik bir hikayem vardı en azından.

JEST:

Sonraki dönem dersi Erdal Özmen'den aldım. Neşeli bir adamdı, espriliydi. Derslerden birinde çalışkan öğrenci sızlanmaları başladı. Ders çok matematik ağırlıklı olmuş, zorlanıyormuş millet. Benim haberim yok tabii olan bitenden, rakamlar az veya çok fark etmiyor. Erdal Özmen, geyiği bitirip derse dönmek için kesip atma amacıyla, şöyle bir şeyler söyledi: "Siz sınavda çok büyük bir başarı göstererek bu bölüme girdiniz, bunlar size koymaz!" Bu boş laf beni etkilemesin mi? "Tabii lan! Doğru söylüyor adam, ben gerizekalı değilim…" diyerek havaya girdim. Derse asıldım…

Asıldım da… Ciğer gibi asılı kaldım.

Sonra bir başka derste, konudan konuya geçerken "Bu böyle, şu şöyle oluyor… Bu sırada da Ege arkadaşınız da arkada uyuyor!" diye bir laf attı bana. Maksat şakalaşmak mıydı, laf sokmak mıydı bugün bile bilmiyorum. Ama ben bir gururlan! Altı yıldır ilk kez bir hoca ismimi biliyor! "Ulan Ege, doğru yoldasın… İsmini bile kazıdın adamın aklına!" diyerek iyice asıldım.

Finalde de mal gibi kalınca bütünleme için çıktık karşısına… O kadar bitik bir grubuz ki bütünlemeciler olarak, sınav olduğumuz yerde başımızda kimse yok! "Kim kimden kopya çekecek?" diye düşünmüş belli ki.

MİMİK:

Bütünleme kağıdına bakılıyor… Çeşitli işlemlere ufak tefek puan veriliyor. Sayfalar çevriliyor, kağıt boş olduğu için sona geliniyor. Bir daha bakılıyor… Bugün biri o sınav kağıdını bulup uğraşsa hapise bile attırabilir Erdal Özmen'i. "Bu herifi nasıl geçirdin?" diye değil ama… "Bu herifin insan içine çıkmasına nasıl izin verdin?" diye… Pişkin bir öğrenci olarak "Hocam nedir durum?" diye soruyorum. Bir şey demiyor. Sadece gözlerime bakıyor. Değişik katmanlardan oluşuyor o bakış… En üstte "Gerizekalı" onun hemen altında sert bir "Siktir git lan!" var. Ama en altta ışıl ışıl "Bu diplomayı ekonomi alanında kullanmaman kaydıyla geçebilirsin!" diyen ışıl ışıl gözler var. "Aman hocam, ne alakası var… Evde televizyonun üstüne koyacaklar o kadar!" diyorum ben de, gözlerimden süzülen yaşlarla…

Bu yüce insanla son kez kesişiyor yollarımız. Bir daha görmüyoruz birbirimizi… Son dersini de geçmiş bir adam olarak ayrılıyorum odasından.

Gerçi iki gün sonra ders saydırmalarda hata yaptığım çıkıyor ortaya, yaz okulunda bir ders daha almam gerekiyor ama hoca Erdal Yavuz! Konular anladığım konular… Dert etmiyorum.

28.10.08

Blogger Açıldı: Şimdilik

Yasak kalkmadı aslında, sürüyor... Blogger'a ulaşabilmemiz, her zaman her siteye ulaşabileceğimizin göstergesi ve garantisi değil. Nitekim Google Video kapatılmış aynı anda.

Erişimin açılmasını, gösterilen tepkinin gücüne bağlayanlar var. Hiç katılmıyorum. Bir şeye tepki göstermek devlete meydan okumak gibi algılanıyorburada.Bunun sonucu olarak tepkiler üzerine yeni bir düzenleme yapmak da "halka boyun eğmek" olarak görülüyor. Bu yüzden "sesimizi yükselttik ve kazandık" yorumuna katılasım gelmiyor.

Açılma sebebi bana göre haberlerde digiturk'ün adının geçmesi... Söylendiği gibi Lig Tv ile ilgili telif sorunlarından çıktıysa mesele, blogger Digiturk tarafından (şikayetiyle) kapatılmış oluyor. Bir iki yerde dillendirilince Digiturk yetkilileri kurumsal kimliğinin sansürle anılmasından korkmuşlardır.

İsminin sansürle anılmasından herkesin korkacağı bir ülke olsak keşke!

İnternet Yazıhanesi

İnternet sitesini babam da açar, sen yazıhaneden haber ver!

İnternet sansüründe geldiğimiz nokta bu!

"Ben Youtube'm, ben Facebook'um, bana kimse karışamaz, ben dünyada faaliyet gösteriyorum' derse, böyle bir şeye müsaade etmemiz mümkün değil. Bunun bizim açımızdan hiçbir kıymeti yoktur… Burada para kazanıyorsa gidecek vergi dairesine kayıt olacak, gelecek yetki belgesi alacak…" demiş Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım.

Vergi borçları yüzünden kapatılacak sitelere hazırlanalım!

Ama yetki belgesi mantıklı, bu iş ciddi! Güzel bir işhanında "Google Arama, Reklam ve Emlak Hizmetleri" diye bir ofis olsa… Camında "Her türlü araştırmanız itina ile yapılır." yazsa… "İlkokul arkadaşlarını bulmada kampanya – Facebook" yazıhanesiyle komşu olsa fena mı olur?

Konuyu alaycı bir dille eleştirdiğimi zannetmeyin. Ben elimize müthiş bir fırsat geçtiğine inanıyorum. Bugüne kadar teknolojide hep arkadaydık, takip etmeye çalışıyorduk. Şimdi bir adım önceyiz. Dünya internette site açmayla uğraşırken, biz yeni nesil teknolojiyi duyuruyoruz. İnternet sitesinin yazıhanesini açmak! İlk bakışta saçma, ama bilgisayar olmadan da internette dolaşma imkanı olacak! Gideceksin çayını söyleyeceksin, işini gördüreceksin… Hatta blogcular da arzuhalcileri kullanarak düşüncelerini yaymaya devam edebilirler. Sadece kötü tarafından bakmayalım her şeye…

Bir de uzmanlaşma konusu var… Şöyle demiş bakanımız:

"Zaman içerisinde olacak bir şey bu. Hepimizi için yeni bir alan. Her gün yeni yeni siteler çıkıyor. Bunların öğrenilmesi, bu bilgi toplumuna yönelik detayları bilebilmemiz mümkün değil. Gençler daha çabuk bu işin içine giriyor. Bizim yaştaki insanlar biraz bu alanın dışında kaldılar. Bunun için biraz gayret göstermemiz lazım. O yüzden yargıçların tecrübe kazanması gerekiyor. Ortak kanaat bu. "

Zaman içinde… İyi, ne zaman? Gazetecilerin sorusu cevapsız kalmış. Mahkemenin iki yüz metre aşağısında bir internet kafeden 15 yaşında bir çocuk bulabilirlerdi, bilirkişi olarak yardımcı olurdu. Uzmanlaşmayı da fazla beklemezdik!

İnternet sansürü karşısında sessiz kalan partilerden hiçbiri gerçek anlamda özgürlükçü ve demokrat olamaz… Ona sıra gelmiyor, diye düşünmeyin. Deniz Seki'nin Kral Tv'de haber okuması bile gündeme geliyorsa sansürün konuşulmamasının bahanesi yok!

27.10.08

Doğrusu Bu!

Bugüne kadar direndim... Youtube için DNS ayarlarını değiştirmek, rtunnel gibi siteleri kullanmak sansürün kanıksanması olacaktı çünkü. Maalesef artık boyun eğmiş durumdayım. Bu yazıyı yüklemek için blogger.com'a girmem şart!

Bir site yasaklandığında ne yapmak gerekiyor bunu da bilmiyoruz. Mesela çocuk pornosu söz konusu olduğunda her şey net. Yaymak suç, bulundurmak da suç! İçeriğine ve uygulamasına kimsenin itirazı yok!

Aynı şey youtube için de geçerli mi? Site kapatıldığında, bir takım yollarla ulaşmak da yasak mı? Youtube'da koltuktan düşen kedi videosu izleyen adam da çocuk pornosu izleyen sapıkla aynı konumda mı? Bilelim...

Ben her alanda yasalara saygılı bir yaşam sürmeye çalışıyorum. Uygar dünyanın da bu temel üzerine şekilendiğine inanıyorum. Bilmeden yasa dışı bir şeyler yapmak istemem! Uzmanlar bizi bu konuda aydınlatsınlar. Ya da biri uzmanları internet konusunda aydınlatsın.



Hotspotshield uygulmasını tasarlayan adamlar ne diyorlar kendi kendilerine acaba?

25.10.08

İnternet'i Nereden Kapatabiliriz?


Yasaklanan sayfalarla ilgili bir yorum: Site kapatmak, kitap yakmanın yeni yolu!

Blogger'ın da kapanmasından sonra artık benim tek sıkıntım kaldı: Bu sitelere yurt dışından hala ulaşılıyor olması.

Yok mudur bir yolu?

Uygar dünyanın interneti özgürce kullanması canınızı sıkmıyor mu?

24.10.08

Blogger.com da Kapatıldı

Bu sayfaya egekayacan.com adresinden ulaşıyorsanız farkına varmamış olabilirsiniz ama sayfanın blog hizmetini veren site blogger.com da kapatılan sitelerin arasına katılmış.

Wordpress'de de aynısı olmuştu. Suç oluşturan sayfa değil (suç neyse artık!) bütün site...

Hamdolsun, Amerika ve Avrupa'daki demokrasi ülkemizi etkilemeyecek...

Ege Kayacan'ın Şahsi Şovu

3 Kasım / IF Performance Hall

Sevgi, İlgi, Bilgi

Bugün yazamadım... Burada aradığını bulamayanlar buyursunlar:

Boğa falan bakıyorsanız daha fazla aranmayın!




21.10.08

PLASTİK ZİNCİRLER II

Plastik meselesine devam…

Yine tartışmaya açık bir fikirle başlıyorum: Bize daha çok restoran zinciri lazım!

Bu yaz Kuşadası'nda düşündüm bunu… Bolonez Soslu Spagetti diye salçalı fiyonk makarnayı koydular önüme… Hadi bolonezden geçtim, spagettiyi tuttur be güzel kardeşim. Bir daha o restorana oturulmayacak bunu öğrendim, ama insan her şeyi deneme yanılmayla öğrenmemeli!

Yemekler bir tarafa, ilk kez oturduğunuz bir cafe'de kahve diye önünüze ne getireceklerini de bilmiyorsunuz çoğu zaman… Siyah, ılık bir su geliyor önünüze…

Çeşme'de duruma hakimim. Kumru nerede yenir, lokma kaçta nereden alınır yıllar içinde öğrendim… Kaş'ta geçirilecek bir haftalık tatilde her akşam ayrı bir lokantaya gidebiliyorum artık. Ama işte ilk kez gittiğin bir yerde mal gibi kalıyorsun. Kuşadası'nda sonraki gece Burger King tabelasını görünce gönül rahatlığıyla verdim siparişimi... İlerleyen dakikalarda sahildeki Starbucks'ta içiyordum kahvemi…

Hemen netleştirelim: Amerikan markalarının üstünlüğünü vurgulamak için yazmıyorum bunları… Yiyecek zincirlerinin sunduğu rahatlığı anlatmaya çalışıyorum…

Lahmacunu her yerde aynı lezzette yeme hayalim var! (Başka hayallerim de var tabii…) Dürüm zincirleri olsa fena mı olur? Tek bir zincir değil tabii… Yumurtalı lavaş kullanan Dürümcü Nuri ve acılı sosu olan Sultan Dürüm mesela. Türkiye'nin dört yanına yayılmışlar… Dürüm deyince ne geleceğini biliyorsun önüne! Ben çok umursamam ama güven meselesi de ortan kalkıyor, sağlık açısından için rahat yiyorsun. Mado bunun güzel örneklerinden, Sultanahmet Köftecisi de öyle… Daha çok lazım bize!

Adanalı Yaşar Usta diye sempatik bir figür olsa, McDonalds'ın palyaçosunun yüzüne bakar mıydık? İdris Kaptan diye Karadeniz yemekleri falan… Ya da zeytinyağlılar konusunda uzmanlaşmış bir zincir olsa ne yiyeceğiz derdi hafiflemez miydi?

İki nokta var… Birisi muhabbet, çok önemli… Kasadan sipariş almakla, masadan sipariş almak arasında büyük fark var. Zincir oldun diye muhabbeti öldürmeyeceksin. Bir de mekanın sıcaklığının önemini akıldan çıkarmamalı. Starbucks şubelerinin sahte sıcaklığı başlangıç için fena değil. Bizi bilen bir içmimara bakar gerisi!

Restoran keşfetme meraklılarını, az bilinen küçük lokanta sevdalılarını da memnun edecek yeni yerler yetenekli aşçılarla hayatlarını eskisi gibi devam ettirecektir. İşletmecinin insafı, aşçının zekası ve garsonun kapasitesiyle mücadele edeceğimiz restoranlar da yavaş yavaş kaybolacaktır böylece…

Heyecan ve macerayı yaşamaya devam etmemiz için işkembecilere dokunmamak lazım… Sirkeyi, limonu ,bir beklenti yoksa sarımsağı, nasıl ayarlayacağımızın gerilimini yaşamamız lazım. Başka ne esprisi var meretin?

NOT

Rumeli'nin Sakarya'daki şubesine bir gidin… Dil paça deyin, onlar gerisini hallediyor. İzmirliler, İsmet Usta'nın ilk lokantası da Mezarlıkbaşında!

20.10.08

Ege Kayacan'dan...

"Lazerden korkmam, nazardan korktuğum kadar..."

Kendi kendine yaptığı bir konuşmadan/ 2008

16.10.08

Plastik Zincirler

Zen ve Motosiklet Bakım Kılavuzu'nu okurken kafama takılmıştı plastik meselesi. İyi nedir, diye soruyordu adam. Romanı okumayanların keyfini kaçırmak gibi olacak ama sonunda buluyordu. Bir şeyin niteliği onu yaratan adamın ustalığından geliyordu. Ürettiği şeyle kurduğu ilişki, ona kendinden kattıkları belirliyordu "iyi" olmasını. O eşya, çoğu zaman farkında olmadan, o ustayla aramızda bir bağ kurmamızı sağlıyordu.

Seri üretim çağından giderek yok olan bu tip ilişkileri sorun etmişti kitap.

Böyle bir "iyi" arayışı içinde bulunduğumuz zamanda büyük bir sıkıntı olacaktı. O zamanlar herhalde vaktim de boldu, bir çıkış yolu bulmaya çalıştım kendime. Sonunda plastiği sevmeye karar verdim.

Tahta bir iskemleyi yapan marangoz'un ustalığıyla, plastik sandalyeyi tasarlayan adamın ustalığı arasında çok da büyük bir fark olmadığını düşününce rahatladım. İkinci örnekte eller işe katılmıyordu belki ama aklın katkısının yanında el becerisi arka planda kalıyordu.

Tunalı'da nerede kahve içeyim diye düşünürken aklıma geldi yine bu mesele… Starbucks'ta yazıyorum bunları. Restoran zincirleri hakkında bir fikir yürütmeye giriş olarak okuyabilirsiniz.

Eşyayla ilişkimizi gözden geçirmemiz lazım. Plastiği sevmeyi öğrenerek başlayabiliriz. Plastik çiçekleri gerçekleriyle eşit görmek ilk bakışta yavanlığa teslim olmak gibi geliyor. Ama bir yerden başlamazsak günlük hayatta yaşadığımız sıkıntının sonu gelmeyecek! Bir şeyi özel yapanın bizim onunla kuracağımız ilişki olduğunu anlamamız lazım. Eskidikçe güzelleşen bilgisayarlarımız olmayacak çünkü!

15.10.08

mogowago'dan ekim sürprizi


Alaturka bir kaset beklerken Karışık Yabancı çıktı karşımıza... "Mükemmel bir karışıklık..." sloganıyla...

Freak Power var, eskilerden... Bir de Pet Shop Boys cover'ı yapmış Merril Bainbridge. İndirin, dinleyin...

http://mogokaset.blogspot.com/

Naber Lan Optik!

Gözlüklü bir adamım artık... Korkunç rakamlar değil belki ama, bozukmuş işte! Heryerde takmama gerek yok, rahat ettirdiği için çıkarmıyorum yine de.

Bu arada hemen adım optiğe çıktı... Düğünden ayrıldıktan sonra gelinin annesi "gözlüklü yok mu?" diyerek beni sormuş... Her halde ortalığı alevlendirecek biri lazımdı! Gerçekten de gözlükle beraber daha önce hiç aklıma gelmeyen bazı şık hareketlere imza atma şansım oldu: peçetenin kenarlarını gözlükle sıkıştırarak mezdeke peçesi yapmak, "leddin vale dişdiri..." diye ortaya atılmak!

Gözlük dünyasındaki keşiflerimden de bahsedeceğim bundan sonra...

Benden Olsun
Lens reklamı için slogan arayan metin yazarları...

"Görmek için yaratılmış gözlerde gözlük niye?"

14.10.08

Heroes Erken Final

Heroes'un son bölümünü izlerken ekrandan çok birbirimize baktık Bürge'yle, ne bu şimdi diye! Bir dünyanın sonu kaç kere gelebilir? Hikaye falan da kalmamış, bir takım olaylar sıralanıyor arka arkaya...

Lost etkisi bu! Zamanın eğilip büküldüğü hikayeler... Bir hikayesnin sonunu gösterip, nasıl o hale geldiğini izletmek... Ama formül her durumda işe yaramıyor! Herkesin giderek sevimsizleştiği bir dizide, şaşkın Hiro da iyice maymuna dönmüş durumda.

Kara Şimşek seyrederim daha iyi... En azından olayı belli!

Son bölümde bir de herkesin süper özellikler kazanmasını kıyamet senaryosu olarak göstermişler... Üstüne düşünülmesi gereken bir yaklaşım. Dizide bir karakterin çıkıp bu özelliklerin sadece bir grup insanın değil, tüm insanlığın hakkı olduğunu söylemesi izlememi sağlayabilirdi. "Bu güçler kötü ellerde çok tehlikeli olur!" yüzeyselliğinin ötesine geçememişler... İyi eller ve kötü ellerin her zaman aynı güçte olduğu hep es geçilir böyle hikayelerde. Düşük dozlu faşizm, fazla itirazla karşılaşmaz. "Güç sadece onu hak edenlerde olmalıdır!" fikri makul gelir, kimin hak ettiği tartışılmaz.

Taytsız kahramanların maceraları harika bir fikirdi... Suratlarına benzettiler!Dördinci bölümü indirsem mi diye düşünüyorum şimdi!

13.10.08

on beş günde bir krallık

On beş günde bir kralım… Alin'in bakıcısı Hatun Hanım'la, evin bakıcısı Gülaydın koşuşuyor ortalıkta. İki kişi çalışırken Rahmi Koç gibi takılıyorum evde.

Ama bir noktadan sonra koçtan ziyade bir kurbanlık koyuna dönüşüyorum… İki kadının gevezeliği dayanılmaz oluyor. Küçücük evde nereye kaçacağımı bilemiyorum. Sokağa saklanıyorum!

Rahmi Koç'un evi büyüktür tabii, olmadı dünya turuna çıkıyordur...

Oğlan bizim, kız bizim...

Düğünümüz vardı a dostlar...
Radyomuzun beyni Koray Hatipoğlu, Elif kızımızla (Kılıç) evlendi.

Pek güzeldi düğün, çok eğlendim. Başkasının sonradan hatırlayıp utanacağı, benimse her hatırlayışımda kendimle gurur duyduğum bir takım dans figürleriyle pistin prensesiydim. Evet, prenses...

Düğünlerde denk geldiğiniz unutmaya çalışılan akrabalar vardır ya, ben de sigarayla karşılaştım. Bir kaç kere... Oktay ve Fahir puro içiyorlardı, özel gün diye! "Pis pis puroları içeceğime adam gibi sigara içerim!" deyip yaktım bir tane...

Yanlış adamla bir gece geçirmiş genç kız hissiyle uyandım sabah! Duşun altına girip derimi yüzercesine yıkanmam gerekiyor şimdi. Ama geçen çarşamba yıkandığıma göre daha bunu yapmama on gün var!

9.10.08

Aman Doktor!

Altyazı dünyasında bir şeyler oluyor... İnternet televizyonunun öncülü (korsan tabii) olarak gördüğüm "divx tv"de bildiğimiz çevirilerin çok ötesinde işler ortaya konuyor. Can Yücel 20'li yaşlarında olsaydı bu yeni kuşak çevirmenlerin arasında yer alırdı kesinlikle. Harika bir dille çıkıyor diziler karşımıza! Digiturk'ün esprileri öldüren (hiç anlamamış da olabilirler!) altyazılarıyla karşılaştırılmayacak bir başarı... Düz çeviriden ziyade uyarlamalarla karşılaşıyoruz artık. Ben bu insanlara altyazar diyorum!

Bir ara özgür ortamın coşkusuyla ,"fuck=lanet olsun" anlayışına inat, altyazarlar bayağı çüklü-taşaklı işlerle karşımıza çıktılar. Şimdi o dönem de geride kalmış gibi. Alish (kimdir bilmem, sağlığına duacıyız) eminim her "Damn it!" repliğini ".mına koyayım!" diye çevirmek istiyordur. Ama zaman içinde sorumluluk sahibi olduklarını seziyorum... İşleri en kısa zamanda yetiştirme kaygısıyla çalıştıklarına şahit oluyorum.

Tepsi tepsi baklavalarla kutlamak gerekir hepsini burada, böyle kuru kuru anarak olmaz! Baklava tepsileri kimlere gidecek, onun listesi:

How I Met your Mother'cı MonaRıza! Yine sevdiğimiz bir altyazar. Sanıyorum manita yapmış kendine. Son dönem çalışmalarında nazo82 ortak imzası var. Mutluluklar diliyorum, Sponge Bob çevirecek çocukları olmasını istiyorum... (Kız olursa Monazo, erkek olursa Rızaz)

Yine süper bir kardeşimiz Darkopal! Dark mark ama pırlanta gibi bir kalbi var! Heroes meraklıları ne demek istediğimi anlıyordur.

Son dönemde Fringe'le tanıdığım altyazar Emre Bekman'a da saygılar!

Ve tabii hepsinden öte, hepsinden yüce Dr. Jivago! "Türkiye'ye atyazı'yı ben getirdim!" cümlesini kurmaya hak kazanmış, ama böyle şeylere tenezzül etmeyecek kadar da görmüş geçirmiş bir kahraman. Duyduğum kadarıyla Lost'un çevirisini akşamına yetiştireceğim diye işinden gücünden geri kalan siber-hızır! Gizemli adada doktorumuz Dr. Shephard değil artık!

Bu işten bir karşılık aldıklarını da sanmıyorum... Tamamen iyilik!

İnternet ilişkileri yüzeyselleştirdi, insanları birbirinden kopardı diyorlar... Hiç katılmadığım bir değerlendirme. Birbirini hiç tanımayan insanlar torrentlerle paylaşmayı öğreniyorlar, yüzlerini görmeyecekleri insanlarla dostluklar yaşıyorlar.

Bir de youtube açılsa...

8.10.08

görümsetme

Word'de bir şeyler yazıyordum, klip kelimesinin altını yeşille çizdi. Hayırdır dedim, sağ tıklayıp baktım: "Yabancı kökenli sözcük" uyarısı. Klip yerine "görümsetme" sözcüğünü kullanabilirsiniz diyor...

Atıyor gene dedim, TDK'nın sitesine baktım... Evet!

Görümsetme: Klip

Cümle içinde kullanalım:

Ebenin görümsetmesini izledin mi?

"Parça" falan değil... Ses klibi falan diye bir şey yok dünyada! İlla göreceğiz, ya da görümseyeceğiz... Fast Food'u "atıştırma" gibi tam anlamıyla Türkçeleştirmek yerine "Hazır Yemek" gibi anlamsız bir tamlama bulanlar, yabancı kelimeler kullanılıyor türkçesi dururken diye çok üzülüyorlar sonra...

- Herkes hala klip diyor, halbuki o kadar güzel kelime üretmiştik götümsetme diye!
- "Görümsetme" senin o dediğin başka...
- O neydi?
- Şey... Uydurma anlamında... Cümle içinde kullanayım: Klip yerine yeni bir kelime götümsettim.

6.10.08

21 soru

Taraf gazetesinin arka sayfasında önemli insanlara sorulan 20 soru var… Çok havalı cevaplar veriyorlar. Bana öyle sorular sormuyorlar, sorsalar öyle etkileyici cevaplar da bulamam herhalde. Çay mı, kahve mi sorusuna bile “fark etmez, hangisi kolaysa…” cevabı veren bir adamım sonuçta…

Bazen de sorulara verdikleri cevaplarla kameraya verdikleri pozu karşılaştırıyorum… O zaman içimden bir ses “Atıyorlar…” diyor.” Çay mı, kahve mi” sorusuna “hangisi çocuk işçi çalıştırılmadan toplandıysa” cevabı da verir bunlar düşüncesini kafamdan atamıyorum.

Aşağıda o yirmi soruya benim verdiğim cevaplar var… Büyük harfliler özendiğim, küçük harfliler olabildiğim adamın cevapları...

1- en sevdiğiniz kelime?


SEVGİ / tamam

2- nefret ettiğiniz kelime?


ÖTEKİ / keyifli


3- ne sizi heyecanlandırır?


YAŞAMIN KENDİSİ / televizyon

4- heyecanınızı ne öldürür?


HAYALLERİNİ KAYBETMİŞ İNSANLAR / elektrik kesintisi

5- en sevdiğiniz ses nedir?


DALGA SESİ / Gülen insanlar (benim esprime)


6- nefret ettiğiniz ses nedir?

SİLAH SESİ / başka bir odadan gelen açık kalmış televizyon sesi

7- hangi mesleği yapmak istemezsiniz?


HAYALGÜCÜNÜ KÖRELTEN İŞLERİ / az para kazandıran işleri

8- hangi doğal yeteneğe sahip olmak isterdiniz?


ŞARKI SÖYLEMEK / illüzyon ve akrobasi…


9- kendiniz olmasaydınız kim olurdunuz?


BÜYÜK İSKENDER / david bowie

10- nerede yaşamak isterdiniz?


BARIŞIN VE SEVGİNİN HÜKÜM SÜRDÜĞÜ BİR YERDE / çeşme

11- en önemli kusurunuz nedir?


İNSANLARA FAZLA GÜVENMEM / ayaklarımın içe basması

12- size en fazla keyif veren kötü huyunuz hangisi?


GÖTÜME BİR ŞEYLER SOKUP ÇIKARMAK / burun karıştırmak

13- kahramanınız kim?


GHANDİ / Örümcek Adam

14- en çok kullandığınız küfür?


DENSİZ ADAM! / hadi skiym sülalesini – ananın .mı

15- şu anki ruh haliniz?


UMUTLU / mal gibi

16- hayat felsefenizi hangi slogan özetler?


TO BE OR NOT TO BE / kirlenmek güzeldir


17- mutluluk rüyanız nedir?


HERKESİN SEVGİ VE BARIŞ İÇİNDE YAŞADIĞI BİR DÜNYA / acayip para kazandıracak bir iş yapmışım, bir daha hiç çalışmama gerek kalmamış…


18- sizce mutsuzluğun tanımı?

ŞU ANDAKİ DÜNYANIN HALİNE BİR BAKIN… / O acayip para kazandıracak işi yapamamışım… Benden başka herkes yapmış! Çevremde halka olmuşlar alay ediyorlar… Çomaklarla dürtüp üzerime işiyorlar!


19- nasıl ölmek isterdiniz?


UYKUDA / bir karadelik tarafından yutularak

20- öldüğünüzde cennete giderseniz Tanrı'nın kapıda size ne söylemesini istersiniz?


HANİ YOKTUM? / Yerime bakabilir misin?


21- Gülmek için yaratılmış gözlerde yaşlar niye?

EFENDİM? / Onu bırak, sevmek için yaratılmış kalpler hep bomboş... Niye?

3.10.08

Arananlar Listesi Eylül

Mansiyon: erik gibi adam

10 numara

ablam pipi

Bu adamın ne aradığını anlamak mümkün değil… Pipisiyle konuşan arkadaşlık yapan adamları duydum… Ama ablası olarak göreni ilk defa görüyorum!

9 numara

böbrek sistemimin işi nedir?

Başta iyi niyetli bir google araması gibi görünüyor… Siste-"mimin" diyerek işkillendiriyor adamı… Bizimkiyle aynı işle uğraşıyor seninki de, diyerek cevaplandıralım.

8 numara

taharet musluğu tamiri

Bunu arayan adamın laptopla tuvalete girmiş biri olduğunu düşünüp üzülüyorum…

7 numara

İnsanların dudakları çok öpüşmekten şişer mi yoksa söner mi?

Manitanın dudaklarına bakıp boynuzlanma ihtimalini tartan adam… "Ulan bu kızın dudakları habire şişiyor, ben bu kadar öpmediğime göre… Hmmm, bir araştıralım…"

6 numara

Türkiye'de ayıp olup Almanya'da ayıp olmayan şey

Keşke sadece osuruk olsa… Ama o kadar çok ayıbımız var ki!

5 numara

bebeğin osuruğu varsa ne yapmalı

Atmalı… Osuruksuz yeni bir bebek için çalışmalara başlamalı…

4 numara

büyürken içimizdeki organlarımızda büyütme

bunu anlamadım… Hayırlı olsun!

3 numara

benis büyütme

Beyin büyütme?

2 numara

erkekler neden merdivenlerden yamuk çıkarlar

İlk defa duyduğum bir genelleme, anlamadığım için yorum yapamıyorum…

1 numara

rus dilinde üretmen arıyorum

Eğer aranan öğretmense önce Türk diline ağırlık verilmeli… Üretme amacıyla bir şey aranıyorsa hayırlı olsun!

2.10.08

Günlük Hayatta Faşizm

Radikalde iki haber vardı geçenlerde… Biri internet yasaklarıyla ilgili. Kapatılan sitelere her gün yenilerinin eklendiğini (şimdilik 1112), youtube yasağının da altıncı ayına girdiğini hatırlatıyordu! Bir gelişme mi var, diyerek merakla okudum haberi. Kanunun teoride yasakçılığı pratikte işlevsizliği fark edildi de yeni bir düzenlemeye mi gidildi acaba dedim… I-ıh!

Bir sonraki sayfada da televizyon dizilerindeki kadın karakterlerin yaşam biçimlerinin toplum ahlakını olumsuz etkileyeceği düşüncesiyle harekete geçenlerden bahsediliyordu.

Başbakanlık Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü bünyesinde yayımlanan Aile ve Toplum dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran sayısında yer alan ‘Aile Kurumuna Yönelik Güncel Riskler’ başlıklı makaleden:

“İzlenme rekorları kırarak popülerleşen dizilerin büyük bölümünde boşanma, yalnız yaşama ve ‘sivil evlilik’ diye tanıtılan nikâhsız birliktelikler olağanmış gibi gösterilmekte ve bu durumların diğer yönleri dikkate alınmamaktadır. Bu aile kurumuna yönelik olumsuz sonuçlarıyla beliren riskli oluşumları ‘normalleştirmektedir’. Kahramanların boşanmış, eşinden ayrı yaşayan, bekar kalan, çocuklarıyla yaşamını sürdüren ve nikahsız yaşayan sözüm ona kendi başına yeten kişilerden oluşması, arzu edilmeyen davranış modelleri yaratarak toplumsal yaşamı riske sokmaktadır.”

Dizilere de bir el atmak gerektiği konuşulmuş…

Faşizmin ayak sesleri her zaman postallardan çıkan “rap rap” sesi olmuyor! Sağduyunun sesi dedikleri şeyi dikkatli dinlemek gerekiyor... Çocukların gelişimi, aile kurumunun korunması, genel ahlak yapısı diye ağzımızı açtığımız her an özgürlüklerimizi törpülüyoruz aslında. Hangi noktada korumacılıktan yasakçılığa geçtiğimizi tartmayı bıraktığımız an kapılarımızı sonuna kadar açıyoruz totaliterliğe! Bugün yasaklanması makul ve faydalı gelen şeyler, yarın akıl almaz yasakların tohumlarını ekiyor zihnimize...

Yetmedi çünkü...

ilave: Günlük Hayatta Faşizm

Konu hakkındaki düşüncelerim değişmedi, endişelerim artıyor...

Konuya tekrar dönmeme neden olan yazıları da koyayım. Okumuş bir adam oarak zor buldum, merak edip kumak isteyenler yorulmasın.

Bunlar "internetime dokunma" başlığı altındakiler

http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=Detay&ArticleID=901268&CategoryID=77

http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=Detay&ArticleID=901396&Date=02.10.2008&CategoryID=77


Bu da dizilerle ilgili olanı:

http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=Detay&ArticleID=901149&CategoryID=79

28.9.08

Heroes Hidayete Erdi

Bir heyecanla oturduk üçüncü sezonun başına... Nerede kaldığımızı falan hatırlatırlar zannediyorduk, yok! Nathan vurulmuştu, unutmuşuz... Ben anında soğudum. Bunlar kendilerini lost zannediyor, dedim! Bürge sakinleştirdi...

O kadar çok olay oluyor ki ilk iki bölümde... Biri bir yere bağlanacak derken bir yenisi başlıyor. Bilgi bombardımanı...

Toparlar umarım...
Dilek ve temennilerim şöyle:

1) Mohinder'in erotik maceralarını izleyeceksek adamı değil, kadını çıplak görmek isterim.
2) Yeni bir hero... Özelliği "yavaş yavaş anlatmak". Şu şöyle olmuştu, bu böyle... O hikaye şurada kalmıştı... gibi bilgileri verip yok olacak!
3) Sevimsiz cheerleader'ı daha az görmek!

Dikkatimi çeken bir nokta Nathan'ın hidayete ermesi oldu. Binbir türlü mutantla karşılaşıp da şaşırmayan herif vurulup iyileşince sarsılıp Allah'ı buldu. Büyük ihtimalle her bölümde dönüp dönüp evrimden bahseden dizi muhafazakar amerikalıları rahatsız ediyordu. Bu dizi adamı dinden çıkarır, diyen kilise eleştirilerine önlem olsun diye düşünmüş olabilirler. Zaten Nathan bana hep muhafazakar kanadın temsilcisi gibi görünmüştü!

"Ulan neden düşünmedik daha önce, tabii ya!"

Lost gelene kadar idare edeceğiz artık...

Bu arada televizyon seyretmek neden hobiler arasında sayılmaz? Herkesin hayatını renklendiren bu kutu neden bu kadar küçümsenir?

Televizyon hastası olmakta utanılacak ne var?

23.9.08

Bir Bebek Büyürken II

Daha önce bir bebeğin büyümesi sırasında anne-babaların yaşananların heyecanıyla gözden kaçırdığı bazı noktalara dikkat çekmeye çalışmıştım… Bu işin bir de öbür tarafı var. Bir bebek büyürken çocuk sahibi olmayanların da üzerine düşen görevler, kaçınmaları gereken yavanlıklar var.


1) “Ben daha kendim çocuğum…” demeyiniz… Ne zaman çocuk sahibi olacaksınız sorusuna verilen bu cevap inanın benim yüreğimi dağlıyor. Ben daha kendim çocuğum diyen adamın hayata çocuksu bir heyecanla yaklaştığını, günlerini bir çocuğun yaşama sevinciyle süslediğini düşünemiyorum… Daha çok gelişim bozukluğuyla ilgili şeyler geliyor aklıma… Uzaktan bakınca adam zannedilen ama zeka olarak su borusuna (taharet musluğu) yakın bir girişim olarak görüyorum bu arkadaşları…

2) Çocuğu kullanarak güncel konularda espri yapmayınız… Yazık… Size yazık… “Eee… Ne diyorsun bu Erdoğan – Doğan kavgasına…” dedikten sonra çocuğun boş bakışından espri yakalamaya çalışan arkadaşlar, olmuyor. Zamanında anne babanız sizin bazı şeyleri anlamamanıza güvenerek karşınızda , hala rüyalarınıza giren, bazı duruşlar sergilemiş olabilir. Lütfen acısını ufacık çocuklardan çıkarmayın…

3) “Uğraşmayın… Acıkınca yer nasıl olsa…” cümlesini çocuk sahibi olmadan söyleyenlerin kişilik özellikleri üzerine yapılmış bir çalışma geçti geçtiğimiz günlerde elime… Ben Türkçemizde “Gerizekalı” yerine kullanılabilen bu kadar çok kelime olduğunu bilmiyordum. Neyse…

Son olarak… Bebeğinizin maceraları sizden başka kimseye ilginç gelmez diye uyarmıştık anne babaları. “Gerçi benim çocuğum yok ama konu açılmışken yeğenimden bahsedeyim, şu geri geri emekleme hikâyesi beni son derece popüler yapacaktır bu ortamda!” gibi bir düşünce aklınıza düştüğünde susun… Sadece susun… Anne babanın başka bir konuya girmeyeceklerini de hatırlayıp, kaçın.

Yarınlar bizim…