30.5.11

egekayacan.com taşındı!

Blog faaliyetleri artık tumblr üzerinden yürüyor...
Sansürle uğraşmaktan sıkıldım.

Eski numaralar burada, yenileri için adres aynı: egekayacan.com


15.3.11

Ege Kayacan'ın Macera Dolu Dünyası 42. Macera

Ege Kayacan, pek çok kez restoranlarda/lokantalarda yemek yemiştir. Onun için "tam bir restoran/lokanta aşığı" diyenler de olmuştur.*

Bir restoran anısı
(kendi kaleminden)

"Bir seferinde bir pidecide 'kıyma-kaşar tek' siparişi verdim. Makul bir süreden sonra önüme yarısı kaşarlı yarısı kıymalı bir pide geldi. Garsona neden karıştırmadıklarını sorduğumda şu kelimeleri yan yana getirdi:

- Biz aksi söylenmedikçe kıyma ve kaşarı karıştırmıyoruz!

Bu cevap beni şaşırtmıştı doğrusu.
Buna benzer başka anılarım da var..."

Eee... Sonuçta Ege Kayacan, her gün macera her gün heyecan!




*Aslında kimse böyle bir şey söylememiştir.

14.2.11

Vızıltı

Neredeyse benim bile unuttuğum bir proje hayata geçiyor... gibi.
Kıp kıp kıp...
Bugüne kadar yaptığım işlere çok benzemekle birlikte bambaşka şeylerle uğraşıyor olacağım önümüzdeki günlerde.
"Sürprizi kaçmasın!" derdiyle bir şey anlatmak çok zor... Yine de havaya girmek için baktığım resimleri buraya koyayım. Anlayan anlar...



Yeni stüdyo... Kıp kıp kıp...

11.2.11

Gerçek Komiklik

Esprilerle şakalarla uğraşıyoruz ama hayatta gerçekten komik anlar var, onların yanına bile yaklaşamıyoruz ne yaparsak yapalım…

Gerçek hikâye… Arkadaşım bodrum yolunda sevgilisiyle arabada… “Aşkım ben gençken bu dağlarda otuzbir çekerdim!”

Hey yavrum hey! Varın da dağlara, efeler aman!

“Otostop” demek istiyor ama kafa gitmiş…

Bu tip şeyleri uydurmanın imkânı yok!

Başka bir hikâye… Kızı ilk buluşmada dönerciye götürüyor… Kız bir buçuk söyleyince bütün hesap altüst oluyor, parasızlık belli olmasın diye arkadaşım salata yiyor! Kız iştahla yerken sen neden yemiyorsun diye soruyor… “Ben lezbiyenim!” diyor herif… Kafadan ne geçiyorsa…

Bu da benim başımdan geçti…

Kızı hastaneye götürmüşüz, ben de leş gibi hastayım… Muayene bitmiş, arabayı getireceğim… Hastanenin kapalı parkına ilk defa park etmişim, çıkışı bulamadım. İçerde araba yıkanan bir yer var oraya gittim…

-nereden çıkıyoruz?

- kapandı burası?

- Nasıl kapandı ya?

- Yedide kapanıyor?

-Nasıl kapanıyor yedide ya? Niye söylemiyorlar girişte?

- Yani kusura bakmayın?

- Ne yapacağım ben şimdi? Bırakacak mıyım buraya arabayı?

- Bilmiyorum abi… Sabah da gelebilirsiniz?

- Kardeş benim karımla çocuğum dışarıda bekliyor beni, çocuk hastanesinin önünde? Lütfen bu seferlik bir şey yapın ya!

- Kapattık abi…

- Hocam yapma! Ne yapacağım ben taksiyle mi gideceğim yani? Lütfen ya…

- Eee…. İyi o zaman dışını bir silelim istersen…

Ben bu noktada kapının açılması için arabayı yıkattırmam gerektiğini ima ediyor diye sinirleniyorum!

- Hocam bekliyorlar diyorum, yıkatamam şimdi! Deyince…

Bir süre boş boş bakıyoruz birbirimize… “Şuradan…” diyor sonra… Çıkıyorum uzun süredir açık kapıdan…

Yolda kendi ikna kabiliyetimden etkilendim ama! Başka bir şey için de ısrar edebilirdim yani, kötü niyetli olsaydım…

- İyi o zaman biraz yiyişelim bari

Dedirtirdim ben ona! Ama dedim ya karımla bebek bekliyordu acilin önünde…

9.2.11

Yandım Anam

Kadınların fantezilerini itfaiyeciler süslüyormuş... Ayrıntılı haber milliyet gazetesinde! Nedenleri konusunda yorum yapılmamış ama her şey açık aslında!

Bir kere ellerinde upuzun hortum var! Kaskın şekli belli... İtfaiye arabaları kırmızı, bir de uzadıkça uzayan merdivenleri... Hepsi erotik!


Diğer mesleklerde bu kadar sembol bir araya gelmiyor... Misal radyoda mikrofon var, onu da kendi ağzımıza dayıyoruz... (Mesleğimden tiksindim!)

Ama esas olay ateşe dalma!

Ateşle temasa sadece sigara yakarken giren erkeklerin itfaiyeci karşısında şansı yok!
Tek çare mangalda iyi olmak...




7.2.11

Hüznün Prensi (HP)

Eski bilgisayarım bir insanın 1 saatte yapacağı işi yarım saat kırkbeş dakikada hallediyordu… Çok uzun bir süredir yenilenmesi gerekiyordu. Yok ya idare ediyor işte, cümlesi inandırıcılığını yitireli çok olmuştu.

Sonunda yenisi geldi…

İnsan bir sevinir değil mi? Benim içimi hüzün kapladı… Yenisiyle eskisi masada yan yana dururken ağlamaklı oldum birden. Eminim HP’nin de gözlerinde iki damla yaş birikmiştir… (gerçi o damlaları akıtması için birkaç kere restart gerekecekti, eminim…)

HP’nin o ezgin hali yüzünden yeni bilgisayarımdan soğudum… Burnu büyük, karşısındakini küçümseyen bir yazılımı varmış gibi geldi. “Sen hala xp mi kullanıyorsun?” diyordu sanki. Uzun zamandır paraya kıyıp almadığım kablosuz mouse’u Sony’ye takmam son darbe oldu… Eski mouse’un kablosu boynuma dolandı; nefesim kesildi adeta.

İçindekileri silerken kendimde değildim zaten… Anıları birer birer thrash’e (İngilizce kullanıyorum windows’u) giderken son kez içimi titretti… Resimler, şarkılar birer birer yok oldular… Folderlardan birinde iki bölüm Lost çıktı karşıma, 4.üncü sezondan… Yarıda bırakılmış birkaç şarkı altyapısı; bir iki eksik sahnesi kalmış senaryolar… Hepsi yeni bilgisayara taşındı aslında, ama yok oldular bir yanlarıyla…

Boşalan salça kavanozlarını çöpe atarken(artık saklayamıyorum, Bürge buluyor.), ya da bir kenara ayırdığım kartonları kapının önünde bulunca yaşadığım duygulardan çok daha yoğununu yaşadım HP’yi Sony’nin kutusuna koyarken. (O kutuyu kullanacağıma ikna etmiştim Bürge’yi neyse ki…) Bazı sorunlarım olabilir ama vefalıyım galiba.Ya da eşyayla ilişkimi bir kez daha gözden geçirmem gerek…

Aklınızda olsun: Bir şeyin üstüne çıkartma yapıştırdığınızda ruhunuzdan bir parça da yapışıyor oraya…

31.1.11

AVM Show

Son gösteri sırasında üçümüz de istanbuldaydık, bir takım işlerimiz vardı...
Kıp kıp kıp kıp...

Otel odası eğlencemiz rezaletle sonuçlandı: