20.4.06

Yüzümüze Yüzümüze, Ekşi Ekşi

Sinema sanatının geleceği tehlikede! İyi niyetli ama düşüncesizce gerçekleştirilen bir atılım salonların boşalmasına neden olacak. Modern Sabahlar olarak geçen cuma yayında uyarmaya çalıştık, kayıtlara geçsin diye buraya da yazmak lazım.

Sinemada Yeni Boyutlar

Japonya'da önümüzdeki günlerde bir filmin "kokulu" gösterimi izleyicilere sunulacakmış. Amaç filme boyut katmak! Japon Kardeş, anlıyorum, boyut katmak istiyorsun... Ama kokudan başka boyut bulamadın mı?

Koku nedir? Bir adamın osuruğunun burnumuza yansıması...

Kokulu filmlerle birlikte hayatımızda nelerin değişeceğine düşünüyorum günlerdir... İzlediğim her şeye başka bir gözle bakmaya başladım.

Kaplanın Götü

Rocky... Kahramanımızın deli danalar gibi koştuğu sahnede seyirci olarak heyecanlanmak yerine, kan ter içinde merdivenleri çıkan Rocky'nin ter kokusuyla ebelleşmeye başlayacağız, bu bir. Hadi diyelim Rocky bakımlı bir erkek. Deodorant kullanıyor, duş alıyor... Tek derdimiz ter kokusu mu? Maalesef...

Bu Rocky, aç açına mı çıktı koşuya? Hayır, kahvaltı etti. Yataktan kalkar kalkmaz, içine altı yumurta kırdığı koca bir bardak soğuk sütü içti. İçtiği şeyin Rocky'nin kuvvetine kuvvet kattığından şüphe yok! Ama bu karışımın izleyici olarak bana nasıl yansıyacağı belli: Osuruk!

Boş mideye soğuk süt, içine altı yumurta... Merdivenleri çıktıktan sonra dinlenmek için bir de taşa oturursa tam olur! Yanlış anlaşılmasın, ben osurmasın demiyorum. Osursun, ama ben koklamayayım...

McClane'nin İçi Çürümüş

Die Hard II... Bir sahnede McClane bir kapağa yükleniyordu. "Zamanında açabilecek mi acaba?", diye heyecanlanmak yerine "Ne zaman osuracak?" diye izlemeye başlayacağız yakında. Filmden kopacağız, "Ne yamiş acaba?" diye düşünmeye başlayacağız. Filmin sıkıcı sahnelerinde bu tip şeyleri düşünmeye bir şey demiyorum, ama bu düşünceler en heyecanlı sahnelerde aklımıza (ve burnumuza) üşüşecek. İnsanın gücü her şeye yetmez! Kahramanımız ya düşmanı kontrol edecek ya kıçını... İkisine birden söz geçirmeye çalışınca zorlanacak; zorlanınca salacak!

İnsan zorlanınca salar, bünyemiz böyle...

Hemen belirteyim, hayvanlar da salar. Hem de nasıl bir salma... Hemcinsel kovboyları geçtim, sadece lifli şeyler yiyen o atların osuruğunu da koklamaya başlayacağız yakında. At diyorum size! Yürürken patır patır bırakan hayvan, kim bilir nasıl salıyordur!

Aşkın Kokusu

Romantik komedileri rahat rahat izleyebiliriz diye düşünenler de yanılıyorlar. Diyelim oğlan ve kız buluştu. Oğlan kıza çiçek götürdü; kokladık; güzel... Restorana gittiler; yemek geldi, kokladık... Şahane! Ayrılırken, oğlan kızı öptü; kızın parfümünü içimize çektik... Mis! Peki sonra? Oğlan arabaya döndü, kız el salladı, romantik müzik yükseldi...ve Zart! Oğlan osurdu!

Beraber geçirdikleri sürenin sonunda oğlan kızdan ayrılır ayrılmaz osurur. Bütün gece kızın yanında kendini tutan adam, güvenli mesafeye ulaştıktan sonra salar. (Güvenli mesafe osuruğun ses ve kokusunun kıza ulaşamayacağı mesafedir. Yediklerimize, bağırsak durumumuza, rüzgarın yönü ve şiddetine göre değişir.)"Seni evine bıraktıktan sonra hiç osurmadım sevgilim!" diyen yalan söylüyordur. Ben erkekler adına konuşuyorum, belki kızlar da tutup tutup ayrılınca osuruyordur, bilemem.

Mesele Koku Değil

Osuruğun kokusuna bir noktaya kadar tahammül edebilirim ama mesele sadece koku değil ki! Diyelim detektif adamı sorguluyor; katil hakkındaki en önemli gerçeği öğrenmek üzere. Derken bir koku... Biri osurdu, bu belli. Ama hangisi? Detektif mi yoksa sorgulanan adam mı? Adam köşeye sıkıştığı için mi, tamamen gevşeklikten mi? Osuran detektif mi? Yoksa yanımda oturan hanzo mu osurdu?

Filmi mi düşüneceksin, bunları mı? Her şey bir yana, biz sinemaya millet yüzümüze yüzümüze ekşi ekşi osursun diye mi gidiyoruz?

Filmlerdeki diğer iğrençliklerin (ceset, kan, yanık...) kokuları da hesaba katılırsa "Kokulu Sinema" fikrinin ne kadar tehlikeli olduğu farkedilir diye umuyorum. Kimseye zerre kadar faydası olmayacak bu icadın sinema sanatının sonu olacağını tüm sinema severlere bildiriyorum.

Sinemada filmin heyecanlı yerlerinde osurup suçu perdedekilere atabileceğini düşünenler varsa, susmak istiyorum.

9.4.06

Zerzevat Koçu

İnsan vücudunda ağrıyacak ne kadar çok yer olduğunu yeni farkettim... Kafa, kol, bacak, böbrek... Aklına gelecek iç ve dış bütün organların ağrılarıyla boğuşuyorum! Hastayım, iyileşemiyorum...

Geçen salı portmanto'yu düzeltirken yazlık terliklerim geçti elime. Havaya girip manava terlikle gitmeseydim bu halde olmayacaktım. Daha evden çıktığımda bir hata yaptığımın farkındaydım, ama iki dakikada alacağımı alır dönerim, diye düşündüm (Yanlış düşünce!). Manavla sohbet etmek zorunda kalacağımı bilmem lazımdı.

Esnafla sıcak ilişkiler kurmanın önemini geç sayılabilecek bir dönemde kavradığım için maksadını aşan bir şevkle sarılıyorum bu işe. Genelde sohbetime esnafın bir özelliğini övmekle başlıyorum. Övülecek bir şey yoksa uyduruyorum... Sifonu tamir eden amcaya "Siz meslek hayatınızda kim bilir ne sifonlar görmüşsünüzdür!" demiştim zamanında... Gerçi bu boş laf bir ki ay sonra taharet musluğu için gereken bir kaç contayı beleşe almamı sağladı.

Manavla aramız daha iyi... "Zerzevat Koçu" diyebileceğim bir insan. "Çok lazımsa iki tane al şimdilik, esas domates perşembe gelecek!" diyecek kadar düşünceli. Aramızdaki samimiyet normal zamanlarda (ayakkabı giydiğimde) ayaküstü sohbet kategorisinde renkli olarak değerlendirilebilecek şekilde gerçekleşiyor. Ama insanın ayağında açıklanamayan nedenlerden dolayı terlik varsa (açıklanamayan neden: TAMAMEN MALLIK!)dünyanın en eğlenceli muhabbeti bile işkenceye dönüşüyor. "Ben mal olduğum için terlikle geldim, şimdi de üşüyorum... Eve gitmek istiyorum... Lütfen!" diyemiyorsunuz. Evin ihtiyaçlarını üçe beşe bakmadan tedarik eden adam imajıma halel gelsin istemiyorsan dayanmak zorundasın. Zaten terlikle giderek eleştirilere açık hale gelmişsin, bir de üşüdüğünü söylersen bitersin...

Şıpıdık terliklerimle kıvırcık, salatalık ve domateslerin arasından sıyrılıp kasaya varmak üzereydim ki erikleri gördüm... Erik dediğim de bildiğimiz eriğin çekirdeğinden daha küçük, bezelye görünümlü bir şey... Yanındaki kartonda "ERİK" yazmasa anlamazsın ne olduğunu... "Anam erik çıktı!" diye oraya koşarken terliklerimin çıkardığı sesi umursamıyordum. Yaklaştığımda eriklerin boyunun "İ"nin noktasından daha küçük olduğunu farkettim. Bayağı da pahlıydı meretler... Tek bir taneyi güzel bir yüzüğe monte edip şık davetlerde ilgi odağı olmak mümkündü, tabii pırlantaların arasında erik seçilebilirse...

Manav dönüşlerinde eve sürpriz ürünler getirerek iltifat almayı sevdiğimden bir torba aldım. O an zor bir karar vermem gerekiyordu. Alışverişini tamamlamış bir adam olarak oradan ayrılmalı mıydım? Yoksa, pahalı ürünü alan müşteriye gösterilen ihtimamın keyfini sürmek için biraz daha mı kalmalıydım? Kaldım... (Yanlış düşünce...)

Kasada oturan Hüseyin'e (Zerzevat Koçum) iyice yaklaştım... Terlikli ayaklarımı görüş mesafesinden çıkardığıma emin olduktan sonra Şeftali konusunu açtım. Bugün bütün vücudum şeftali kıvamındaysa o sohbet yüzündendir. "Eee, Şeftali ne zaman çıkar?" diye başlayan o sohbetin ne kadar sürdüğünü bilmiyorum. Diğer müşteriler bundan etkilendiler mi emin değilim... "Erik alan adam şimdi de Şeftali peşinde, vay anam vay!" diyeni duymadım... "Mala bak, terlikle gelmiş..." diyen oldu.

Soğuktan uyuşmuş ayaklarımı sürüye sürüye eve yürürken Bürge'nin erikleri görünce nasıl sevineceğini hayal ediyordum. "Erik mi? Nasıl buldun bu mevsimde?" diye neşeyle boynuma sarılacaktı... Dayanmam gerekiyordu!

Eve geldiğimde poşetleri tezgahın üstüne koyup ayaklarımı ovmaya başladım. Hesaplarıma göre Bürge poşetleri boşaltırken erikleri görüp sevinçten manyak gibi bir şey olacaktı. Olmadı... Önce elmaları gördü. Ayaklarım üşüdüğü için elma seçme işini biraz aceleye getirmiştim... Aşkı için mevsimlere meydan okuyan, terlikli ayaklarıyla zamanın ötesine geçip erikle dönen kahraman iki yamuk elma yüzünden maymuna dönmüştü... Terlikli bir maymuna!

Bütün bunlar olurken vücudumda başka bir macera yaşanıyordu... Vakitsiz giyilen terlikler bağışıklık sistemimin bağışlamayacağı bir hataydı.

Pazar sabahındayız, hala bağışlanmadım... Koca kış boyunca böyle hastalanmamıştım.
Burnumdan oluk oluk pişmanlık akıyor, boğazım fantuş, ağrımayan yerim yok!
Bu arada bütün bunlara sebep olan Şeftali Sohbeti'nin ana fikri: Daha var Şeftaliye...