23.6.08

Lost: 4. Sezon Ardından

Nazar diye bir kavram var, batıl inançları bırakın yerçekimine inanmayanlar bile inanıyorlar nazara… Dünyadaki varlığımızı evrimle, evrenin varlığını bigbang’le falan açıklıyoruz tamam, ama hayat hala gizemlerle dolu. Bugün çok güzel yedi, dediğin anda kusan bir bebeği nazardan başka bir şeyle açıklamak mümkün değil!

Locke'a değen nazarmıştı!

Bu yüzden dördüncü sezon boyunca lost hakkında yorum yapmamaya çalıştım. Mükemmel bir sezonun ardından gönül rahatlığıyla atıp tutabiliriz.

Dizi aleminin genel kuralı ilk sezonla güzel bir ortam yaratarak, karakterleri sevdirerek zirveye çıkıp takip eden yıllarda da oradan aşağı inmektir. Komedi dizilerinde bu kural biraz esneyebiliyor ama onlarda bile esprilerin giderek daha zorlanmasına, karakterlerin karikatürleşmesine şahit oluyoruz zaman zaman.

Ama bazen, çok çok nadiren, bir dizi yolun ortasında şahlanıyor! Lost bunu 4. Sezon’da yaptı… Bence ilk sezonunun da üstüne çıktı. Yeni bölümleri sadece merakla değil hevesle beklememizi sağladı. Nasıl oldu bu?

Bana göre dizinin bütün akışı tek bir cümleyle değişti: “Velev ki, go back Kate!” İzleyen herkesin ekrana mal gibi bakmasına neden olan o sahne şahane bir sezonun habercisiydi! Eski bir alışkanlıkla tabutta kim vardı gibi gereksiz konulara dalanlar oldu, ama çoğumuz önümüzde açılan yeni ufuklar bulduk: adadan sonrası da var!


Jack: Velev ki go back Kate!

Kate: Velev derken..?

Üç yıl boyunca yemeyip içmeyip teoriler üretenler ne düşünüyorlar bilmiyorum, ters köşeye yatırdı senaristler. Ben şahsen üçüncü sezondan sonra baş edemeyeceğimi anladım. Kuzu gibi seyretmeye bağladım. İyi de yaptım… Ha, yine her bölümden sonra ekşisözlüğe girip millet ne yazmış diye bakmadım mı, baktım. Ama teoriler ve ayrıntılardan çok, şahsi düşünceler ilgimi çekti. Desmond- Penny’nin yürekleri paralayan telefon konuşması kimi nasıl yakmış gibi konuları okudum büyük bir zevkle. Paralel evrenler falan fıstık yazanları atladım…

Adanın pıt diye yok olmasını da gördükten sonra hala teori üretmek bana yavan bir aktiviteymiş gibi geliyor, oturalım efendi gibi izeyelim. Jack mi Sawyer mı tartışmasında yorum yapalım, Ben’i en güzel kim pataklıyor konusunda tartışalım… Juliet ihtimalini değerlendirelim, ama paralel evrenlermiş Philadelphia deneyiymiş diyerek canımızı sıkmayalım.

Bu arada bu sezonun bu kadar güzel olmasının esas nedeni de 10 bölüm az olması, bunun da altını çizelim. 10 bölümlük sıkıcı hikâyeyi sıyırınca böyle cillop gibi bir dizi çıkıyor işte ortaya!

Sorulara cevap falan da beklemiyorum yeni sezondan, açık söyleyeyim. Ben’in ağzının burnunun her sahnede dağıldığı, kadınların oralarının buralarının biraz daha çok göründüğü, mümkünse Charlie’nin döndüğü yeni bir sezondur tek temennim. Koca adayı yok edenler bunu havada karada becerir!


Ağzını burnunu kırdılar garibimin! Hak ediyor ama...

3 yorum:

Marchioly dedi ki...

İnan ki çok uğraştım Sayın Kayacan!

İlk sezonu izleyip de taaaa adı ilk duymaya başlandığı zamanlar, kalan sezonları da seyredeyim diye çok uğraştım ama maalesef!

Sonrasında Heroes'u ya da Dexter'ı ya da 4400 ya da Battlestar Galactica bilimum diğer dizileri seyrederken yaşadığım bir duygu ilk bu diziyle peydah oldu çünkü.

Tuhaftır vakti zamanında 35'er bölüm animeleri (lütfen not alın, her ne kadar hiç ağzınızdan bu yönde bir merak çıktığını duymadıysam da: Death Note, Gantz ve Berserk) ardı ardına seyreden ben her nedense bu dizilerde ilk 5 bölümde sıkılmaya başlar, bir sonraki 5 bölümde küfreder ve akabindeki bölümlerde tamamen merakımı kaybeder oldum.

Bunun nedenini bu son dönemde ardı arkası kesilmeyen dizi trafiğinde, her nedense varolan olayları aşırı yapay ve tanıdık bulmuş olmam olabilir.

Yine hiç ilginizi çekmediğini bildiğim bir durumu ele alarak (Stephen King- Kara Kule serisi) lost'u incelediğimde öngördüğüm merak uyandıran ve merakı besleyen olayların amerikan kültüründe hiç bir zaman bir yere bağlanamayarak takipçilerini yüzüstü bırakmasıdır ki Lost'un bu önyargımı kırabilecek referansları olursa andımdır ki oturup 3 sezonu ardı ardına seyrederim.

Marchioly dedi ki...

Yayımlanan 4. yorumumla bir iki şey tespit ettim. Bunları başka yorumcu ve okuyucularla paylaşmka boynumun borcu diye ekliyorum:

1) Önce düşünüp ardından yazmam gerekiyor.Bu sayede anlatım bozukluğundan anlatım mutasyonlarına kadar uzanan manasız cümlelerden kaçınmak mümkün olur. Öbür türlüsünü yapınca; yani önce yazıp gönderince, tek düşünebildiğim " ulan acaba ben burda ne demek istedim yazarken??" oluyor.

2) İmla çok önemli! Hatta o kadar önemli ki, bazı yorumlarım tek bir insanın kafasından çıkmış gibi değil de ortak kafayı kullanan bir sürü insanın klavyeye rastgele basmasıyla yazılmış gibi duruyor. Bu uğurda suçumu kabullenerek yarın gidip Türk Dil Kurumuna teslim olacağımı bildirmek isterim.

3) Çarpık beynim, "Yorum yaz" button'unu ara ara "Roman da yaz" şeklinde algılıyor olmalı ki bazı yorumlarım yazılanın kendisi kadar uzamış. Uykusuz, yorgun ve düğün telaşı ve iş yoğunluğu içersinde günlerdir sosyal bir etkinlikten ve insanlıktan uzak kalmış geveze ve boş konuşan bir adam imajı yaratmış oluyorum böylece...halbuki ben...neyse yaa bu o kadar da yanlış olmamış galiba.

Teşekkür ederim.

Marchioly dedi ki...

Dördüncü ve Allah belamı versin ki son bir tesbitimi buraya eklemek istedim:

4) Diğer insanlar yorumları okumaz! Bu gayet doğaldır çünkü kimsenin "egekayacan.com"a girerkenki niyeti, "egekayacan.com'ayorumyapansalağıokumak.com"a ulaşmak değildir. Dolayısıyla yorum yaparken ara ara ana konudan son deree alakasız yorumlar yapıyor olmanızın ve hatta " Halalalaelleleleüüüleleeey" yazmanızın bile bir önemi yoktur. Bu durum site yazarıyla aranızda bir sır olarak kalır ve zamanla da aranızda duygusal bir uzaklaşma, karşılıklı tiksinti, iç bulanması, baş dönmesi, yakın görüşte ve yakın dövüşte bozukluğa dönüşür. Dikkatli olmak ve arada sırada susmak gerekir.

Teşekkür ederim saygılarımla.