3.12.10

Arsenik vs Jöle

NASA’nın açıklaması fos çıktı…

Açıklanan şeyden değil, açıklamadan bahsediyorum yanlış anlaşılmasın…

Bir bakterinin arsenik hastası olduğu ortaya çıkmış,

Bugüne kadar hep yanlış şeyleri kafaya taktığımız, evrene at gözlüğüyle baktığımız, evrende dünya dışı yaşam olma ihtimalinin eskisinden çok daha fazla olduğu anlaşılmış…

Daha ne?

Orası tamam da, o saçlar ne?

Dr. Felise Wolfe Simon

Hadi makyajı geçtim, koca nasa’da bir fırça yok mudur? Bütün parayı teleskopa mı yatırdınız? Şöyle biraz süslenip çıksaydınız dünyanın karşısına, şu anda herkes bakteriden bahsediyor olurdu… Ama ikinci dakikada heyecan kaçtı.

“UFO bekliyorlardı, ondan hayal kırıklığına uğradılar.”demesin kimse. UFO değil, biraz özen bekliyoruz biz…

Yıllarca pozitif bilim üç temel prensip üzerinde gelişti…

Yağlı kafa, sünmüş hırka, pis sakal…

Bilim bu değil…

“Şimdi, bizim kafalar hep çok yoğun olduğu için bu tip gereksiz şeylerle uğraşacak vaktimiz kalmıyor…”

Haaa… Kardeş o bilgisayarlar ne güne duruyor? Onlar sen saçını tarayabilesin diye alındı oraya!

Ama hanımefendinin zerre suçu yok! Eminim Nasa’daki ilk gününde heyecanla hazırlanıp gitmiştir; üstü başı da zihni gibi pırıl pırıldır… Ama orada hıyarın biri “Mankenlik yapacaksanız podyuma hanımefendi… Bura Nasa!” demiştir. “Ulan NASA’ya araştırmaya mı geldik, Sitelerde mobilya mı bakıyoruz… Sen önce üstündeki hırkaya bak!” cevabını verememiş, gözyaşlarını içine akıtmıştır. Böyle bir olaydan sonra bir daha eline ruj alabilir mi o kızcağız?

Değişim zamanı geldi

“Biz bugüne kadar evrene hep bir açıdan baktık, şimdi ufkumuz daha geniş!” diyerek büyük bir adım atıldı. Esas adım biliminsanlarının kendilerine yeni bir şekil vermesiyle atılacak. Biliminsanı dediğin pasaklı olur!” önyargısıyla yeni şeyler bulmanın imkanı yok! Sosyal bilimlerde devrim yaratacak çalışmaların kolları yamalı ceketlerden vazgeçilmesinden sonra gün ışığına çıktığını unutmayalım. Aynısını diğer alanlarda da görmek istiyoruz.

Sakaldan vazgeçin diyen yok!

Son olarak şu sözü aklımızdan çıkarmayalım:

“İlim yağlı kafada değil, özgür zihindedir…”

27.11.10

Şahsi Şov 24 Kasım IF

24 Kasım IF gösterisinden dikdörtgenler... (gerçekçi olalım!)

Muzaffer Büyükkaragöz'ün ellerine sağlık... Fotoğrafların keyfini tam çıkaramadım, tamamen benim mallığım. Gerçi facebook'un da biraz hatası var!

Fotoğrafların altındaki yorumlara bakıyordum, acaip havaya girmiştim. Ulan millet amma hastası olmuş falan, diyordum.

Sonra işler giderek garipleşti...

Yorumlar şöyle:

":) süper fotoğraflar eline sağlık"

"YA BAYILDIM BEN BU RESİMLERE"

"eh insan güzel olunca, bir de seven gözler ve eller çekince muhteşem fotoğraflar çıkıyor:) Allah nazardan saklasın ikinizide"

"heleki ilk fotoğraf muhteşem...

ama çeken değil çekilen GÜZEEELLLLLLLLLLLLLLLL..

allah nazarlardan saklasın seni canım benimm."

"ALLAH BAĞIŞLASIN:))"

Neyse ki son yorumda duruma uyandım...

"ben güzelim ama benim dayımda süpey süpeyy süpeyyyyyy ne habeyyyy kimin var böyle dayısı"

"Dayı derken?.." düşüncesi sayfadaki sevimli bebek fotoğrafıyla birlikte zihnimde yankılanmayı bıraktı...

Ama nazarlardan saklanma falan... Her ne kadar garip gelse de, içimi ısıtmıştı... Ne bileyim, hoştu yani...

Ben biraz daha glee seyredeyim...


20.10.10

Şahsi Şov'dan Kareler

13 Ekim Old City Comedy Club gösterisi güzel geçti... Yeni hikayeler sadece bana komik gelmiyormuş, kahkahalarla tescil edildi, gelen&gülen herkese teşekkürler...

Seyirciler arasında fotoğraf sanatçısı Nur Acar Tangün'ün de olması gecenin en güzel olaylarından biriydi. Neden derseniz...

En başta şunu bir kez daha anlamış olduk: Biri fotoğraflarda mal gibi çıkıyorsa, bu her zaman onun mallığının bir göstergesi değildir. Fotoğrafı çeken iyiyse herkes artist gibi çıkabilir. Misal ben!

"Epiphone Casino, Edge ya da John Lennon'ın elinde çok havalı görünüyor, benim ki neden o kadar parlak değil?" sorusunun da cevabını almış olduk... Fotoğraf sanatı!

Bir de şu var: Kameraya bakmadan fotoğraf çektirmenin sırrı gerçekten kameraya bakmamakmış...

Buraya fotoğraf koymak, "bakın ne güzel çıkmışım!" demek gibi bir şey... O yüzden fotoğrafların devamını tam da bu amaca hizmet eden facebook'a koydum.



5.10.10

Çöl Fırtınası

Bugün pilot bölümü yayınlanan Çöl Fırtınası'nın hikayesini kaçıranlar için özet geçiyorum...

Tarih öncesi dönemlerde çöllerin hakimiyetini eline geçiren karavezir Dışdiri, günlerini zulüm ve sefa içinde geçirmektedir. Oynak cariyesi Şonk'un tükenmek bilmeyen yakut sevdası yüzünden halkına uyguladığı zulüm son zamanlarda iyice artmıştır.

Şonk gerçekten de çok oynaktır...

Dışdiri'nin Şonk'u oynattığı günlerden birinde karavezir'in büyücüsü (ilk bölümde ismi verilmedi) Çöl Fırtınası'nın yaklaşmakta olduğunu haber vererek Dışdiri'nin bütün tadını kaçırır...

O esnada her şeyden habersiz Gubi, biriktirdiği parasıyla ilk devesini almak için çarşıya iner. Gubi kuyu kenarlarında biten otları yolma sektöründe çalışan sıradan bir çöl gencidir. Ama hayatı değişmek üzeredir... Gubi devecide beyaz bir deveye yönelmişken arkalardan bir yerden çıkan kara bir deve, ısrarlı tavırlarıyla dikkatleri üzerine çeker... Gubi devesini tımar ederken deve konuşur... Adının Mırra olduğunu söyler.
Konuşan Deve Mırraâ

Deve konuştukça Gubi'nin şaşkınlığı artacaktır... Çünkü Mırra'ya göre Gubi aslında kayıp veliaht Prens Luksor'dur. Mırra Gubi'yi maceradan maceraya koşmaya davet eder... Gubi kararsızdır. Bir deveyle konuşuyor olmak ona "Hangimiz Eşek?" adlı televizyon dizisini hatırlatmıştır. Birden bastıran kum fırtınası, kararsızlık bulutlarını dağıtır.

Gubi maceraya hazırdır...

Yunus Bülbül

Salı sabahları 9.30 gözünüze kum kaçmasına hazır olur!






2.10.10

Şahsi Şov Yeni Sezon

Şahsi Şov'un yeni sezonda ilk gösterisi 13 Ekim Çarşamba, saat 21.00'de İstanbul'da, Taksim'deki Old City Comedy Club'da. Çocuk masallarıyla ilgili yeni bir hikayem var, beğenirsiniz umarım. Bu arada bu blogun okuyucuları havalı görünmeyle ilgili sıkıntılarımı biliyorlardır. "Çok havalı fotoğraf makinem var, biraz da photoshop'la seni twilight'taki çocuğa benzetirim..." diyenler benimle egekayacan@gmail.... ' den irtibata geçebilirler... (makineyi titretmeyeceklerse biralar benden...)

25.9.10

"event"lere yan basmayalım!


Hayatında televizyondan başka bir eğlence olmayanlar için (kendimizi kandırmayalım) yılın en heyecan veren günlerindeyiz... Yeni sezon başladı! en heyecanlı yerlerinde biten eski dizilere kavuşmanın mutluluğu, yeni başlayan dizilerin heyecanıyla perçinleniyor...
Kendi adıma şunu söyleyeyim... Benim artık saçma sapan dizilerle kaybedecek vaktim yok! İleriye yönelik ciddi bir şeyler arıyorum. Bu arayışımda çok örselendim... Sezon ortasında yayından kaldırılacak dizilerle gönül eğlendirme peşinde değilim!

Bu senenin konuşulacak dizisi de The Event olacak gibi görünüyor. Konuşulacak tamam... da ne olacak? İkinci bir flashforward rezaleti kaldırabilecek haliniz var mı?

Durumum şu:

İkinci sezon garantisi olmadan hiçbir diziye başlamam diye bir laf etmiştim...

Diğer taraftan da bir popüler bir dalga varsa içinde olmam şart, gibi bir prensibim var. Millet heyecanla her hafta bir bölümünü seyredip tartışırken dışında kalmak istemiyorum. Bölüm aralarındaki o sabırsız bekleyiş, sezon finallerinin yarattığı heyecan yüklemesi, yorum okumak, teori karşılaştırmak falan... Bunlar olmadan kuru kuru dizi seyretmek ne demek? Lost'u bugün ilk bölümden başlayarak izleyen adamın kaçırdıklarını düşünün.

Keşke televizyon izlemek eskisi kadar kolay olsaydı...

3.9.10

Arananlar Best of Summer 2010

Eskiden bunlara yorum yazıyordum ama nafileymiş şimdi anlıyorum… daha komik olmaya çalışmanın alemi yok. Egekayacan.com'a ulaşmak için google'a yazabileceklerinizden bazıları:

TOP 10

dediki naber dedi

boyun beyin mr sonuclari normal dedim ama

bilek çorap giyen erkekler

KUKUMANJERO

örnekli patlıcan böreği

ege kayacan olmak istediğim kişi

esrar içine ne yedirirsen yeniden gelir

uykudayken attırılan imza geçerlimi

batıl inançlar osurmak

nejatin pipisinin son durumu


 

SMASH HIT

japonca allah meşgul ben yardımcı olayım yazmak

1.9.10

Lost Finali (gecikmiş veda)

Lost'un finaliyle ilgili söylemem gereken ilk şey : hikayenin henüz bitmemiş olduğu… Disney hikayenin etinden, sütünden ve şu an için kestiremediğimiz her yerinden yararlanacak! Sindirella'nın iki ayrı filmi daha var, oradan hesabını yapın! Birinde galiba ayakkabı vuruyor falan…Ortaya güzel şeyler çıkarsa ne mutlu bize. Olmadı "Bozdular abi, ilk sezon güzeldi…" türevi cümlelerimiz hazır zaten.

Gelelim yarı finale…

Önce şunu yazalım: Hala finali izlememiş olanlar varmış… Bu yazı bu kadar erteledikleri keyiflerini kaçırmasın. İzleyip okusunlar.

Sonra finale gelelim…

Daha sezon başlamadan, hatta ortada en ufak bir ipucu bile yokken Jack'in akıbetini bilen bir adam olarak yeterince hava atmadım… (http://www.egekayacan.com/2009/12/hangisi-olecek.html) Onun havasını bir atayım önce! Nereden bildim? Seyirci içgüdüsü… Sezon başladığında meselenin Jack ve Locke arasında çözüleceği belli olunca son mücadelenin yüksek bir yerlerde gerçekleşeceğini de yazasım gelmişti. Ama adada öyle uçurum gibi bir yer yok diyerek vazgeçmiştim. Varmış… "Yüksek yerlerde büyük olaylar olur…" diyen hollywood kanunu'na uyuldu…

İyi de ne oldu?

Sorular cevapsız kaldı diyenlere kısmen katılıyorum… Cevap olarak beklenen şeylerin ne olduğu konusunda ayrılıyoruz herhalde… Kutup ayılarının olayı neydi? Cevap belli bu hayvanlar manyetik alanlarda yaşadıkları için bu ortamda gözleniyorlar falan. Ama işte bir cümlelik açıklamalar ne kadar net olursa olsun bir hikaye kadar etkili olmuyor. Tatlı bir dharma hikâyesinin içine yedirilebilirdi, mest olup izlerdik. Bunun gibi bir dünya malzeme vardı, bir sezon daha giderdi… Hoşnutsuzluk buradan kaynaklanıyor.

Hayatının en önemli deneyimini bu diziyle yaşamak isteyenler hayal kırıklığına uğramış olabilirler… Haklılar, ama bu kafayla daha çoook hayal kırıklığı yaşarlar. Adam gibi bir final bekleyenlerin hoşnutsuzluğu da haklı sebeplere dayanıyor. "Adada işler karışınca bir kapatıp açmak lazım… Orada bir daş var, onu kaldır… Sonra yerine koy!" şeklinde özetlenecek bir son kesmedi kimseyi. Neden böyle oldu peki? Malzemeyi bitirmemek için… Adanın sırrından ayrı film çıkar, adaya sonradan geleceklerden ayrı dizi çıkar… Kızgın seyirciler en başta suyunun suyu diyerek burun kıvırsa da yine seyredilir. Neler neler seyrettik bugüne kadar…

Son sideways hadisesinin bağlandığı yer de asaplarını bozmuş insanların… Ben duruma biraz duygusal yaklaştığım için beğendim açıkçası. Hayatımdaki önemli insanlar kim acaba diye düşünme fırsatım oldu. Kuru kuru sorulmuş bir soru, ya da aynı temayı işleyen bir film aynı etkiyi yaratmazdı. Şart mıydı, değildi tabii! Bir taraftan da Charlie öldükten sonra mutlu sona en yakın şey bu olacaktı… Söz konusu diziler olunca ne seyrettiğin değil, kimlerle nasıl seyrettiğin, ekran başında ya da sonrasında olayları değerlendirirken neler yaşadığın da önemli… (mesela ben düzenli downloadlarımla kayınpederin gözüne girdim.)

Bu kadar yıl boşuna izlemişiz diyenler haklı. Neyse ki artık bahaneleri kalmadı; Mars'ta yerleşik yaşam üzerine bilimsel çalışmalarına kaldıkları yerden devam edebilirler.

Şimdi biraz önümüze bakalım…

Benim lost'tan bundan sonraki beklentim geriye dönük bir hikâyeyle karşımıza çıkmaması… "Bu daşı bura koyalım…" diye biten bir şey izlersem gerçekten ağzımı bozacağım… Sonradan ne olacak onu izleyelim. Gemimi gelir, yine uçak mı düşer bilemem… Ben hikâyenin gidişine bakarım. Başını arada inceden anlatsınlar bize.

Film olmasın yalnız, çabuk bitiyor…



4.8.10

Gitar Alacaklara Tavsiyeler

Yeni bir gitar alayım, dedim. Haziran başıydı… Konu geçenlerde kapandı… Gitarcılarda kedi gibi dolaştım, online müzik mağazalarını ezberledim, okumadığım forum kalmadı bir ara çakma çin gitarlarına (replica diyorlar kibarca) bile meylettim. Sonunda aradığımı buldum…

Daha aramaya devam ederdim de… Büyük bir aydınlanma yaşadım! Bir anda her şey berraklaştı… Ben yandım başkaları yanmasın diye yazıyorum bunları…

  1. Önce gitarın tipine bak! Sesi falan ne yapacaksın? Hangi gitarcıya özeniyorsan onun gitarına benzeyeni bulacaksın… Kimi dinlerken/izlerken içinde bu heves uyandıysa onunkine benzeyen bir model bulacaksın. Bu iş havaya girme meselesi! Sen Jimmy Page gibi çalmaya başladığın zaman Gibson zaten kapına gelir; bizim gitarlardan çalsana, der…
  2. Arızası olmayanı bulmaya çalış! Cızırdamasın, ötmesin… Adamın asabını bozmasın… Burada biraz şans da devreye giriyor. Ağaç sonuçta… Oynar. Bir de üreten Çinli arkadaşların o günkü ruh hali önemli… Ucuz ağaç ve yavan işçilik gitar ve keser sapının ortak özellikleridir. Yaygın markalar, güvenilir dükkanlar gitar sorunlu çıksa da en azından çözümünde yardımcı olacaktır…
  3. Klavye rahat olsun… "Les Paul'lerin klavyesi biraz kalın oluyor, ama ben Slash'e özeniyorum… Ne yapacağız?" diyorsan yapacağın şey belli… Les Paul alacaksın…
  4. Tonları o kadar da büyük mesele değil… Dükkânda denediğin gitarın sesi hoşuna gidiyorsa tamamdır. Yalnız eve gidince aynı sesi alamayacaksın. Dükkândan çıkarken gitarları değiştirmiştir adiler, diye düşünme… Cillop gibi lambalı ampliyle evdeki ucuzu aynı sesi vermeyecek!
  5. Ağacıydı, boyasıydı falan… Lütfen… Zaten efektlerden sonra o nüansları ayırt etmek herkesin harcı değil… (Herhangi birinin de şıp diye "Hmm, bu bariz nitro finish!" diyebileceğini zannetmiyorum. Ama sohbet konusu işte gitar hastaları arasında)
  6. Ampliyi dert etme… En süperini alsan da sesini açamayacaksın zaten evde… Sahneye çıkıyorsan bilemem. Al güzel bir processor, tak kulaklığını bağırt istediğin kadar. Bu noktada da dijital-analog ikilemi var. Yalnız bu konuda kestirip atamayacağım, analog gerçekten fark ettiriyor kendini… Ama düşük bütçeyle efekt zenginliği yakalamanın yolu dijitalde…
  7. Marka… Çok önemli… Gibson 25.000 dolara gitar satabiliyor bu sayede! İşçilik mişçilik, malzeme diyorlar… Lütiyelere çalışmaları sırasında devamlı masaj yapılsa da, öğle yemeklerinde her öğün İskender söyleseler de öyle bir maliyete ulaşmak mümkün değil… Ama işte bir gitarın üstünde Gibson / Fender / … (Özenilen diğer markalar) yazması çalanı büyüleyen bir şey… Eline aldığın zaman duygulanıyorsun, resimlerine bakmak bile bir zevk! Durduğu yerde bile sanat eseri… Diğer yandan bu markalar sadece gitar hastalarını (müzik hastası değil, dikkat!) böyle heyecanlandırıyor. (Onlara da bir şey beğendiremezsin zaten… Sen Gibson aldım, milleti kıskançlıktan çatlatacağım derken adam gelir… "Hıh… Studio bu…" der, hevesini kursağında bırakır.) Öte yandan yapılan araştırmalara göre ülkemizde genç kızların büyük bir bölümü tarafından bütün elektro gitarlar "bas gitar" olarak adlandırılıyor. Barda gitar çalıp kız tavlayacağım diyenler bütçelerinde başka şeylere yer ayırabilirler (mesela deodorant!) Müzik dinleyenler markalarla ilgilenmiyor…
  8. Bırak meraklıları ağaçları, manyetikleri, boyaları tartışsınlar… Japonya'da teknolojik üretimle, Amerika'daki geleneksel üretimi tartışsınlar… Onlar hangi markanın hangi parçaları orijinal Amerikan, Kore'de mi Çin'de mi birleştiriliyor diye fikir alışverişindeyken sen bir köşede gitarını kurcalarsan gerçek rakenrola adım adım ilerlersin…

"Appetite for Destruction" kayıtları sırasında Slash orijinal Gibson kullanmıyordu… Ama "Sweet Child of Mine" riffleri içimizi eritiyor... (Seymour Duncan manyetikleri abiii, demeyin lütfen…). Eric Clapton'ın elinde de bütün gitarlar macun kıvamına geliyordur eminim… Steve Vai'de o sesleri gitarla değil, parmaklarıyla çıkarıyor. At sahibine göre kişniyor… (Arap atı mı? İngiliz atı mı? Arap görünümlü sütçü beygiri mi?)Sen güzel çal en güzel gitarlar öyle ya da böyle seni bulur… Sonra bakarsın yine eline dandik bir gitar almışsın, hepsini bir tarafa atmışsın…

Şahane gitar resimleriyle süslemek isterdim bu yazıyı, pornografiye girecek diye korktum…


 

3.8.10

Modern Sabahlar Devam Ediyor

Bu yazı düşündüğümden çok farklı yerlere gitti. Ama öğretici de oldu... Sonunda bir açıklama yazmam gerekti.
Modern Sabahlar tatile çıkarken espriler şakalar yapacağız diye meseleyi tam anlatamadık. Benim çok havalı olduğunu düşünerek sarfettiğim şu cümle de kafaları iyice karıştırdı:

- Şimdi bir ara vermezsek yakında son vermek zorunda kalacağız...

Mesele esasen kafa dinlemek değil... Programın içeriğiyle ilgili denemeler yapmak. Sabah akşam konuş konuş, hep aynı şeyleri anlatıyormuşuz gibi gelmeye başladı. Yine aynı şeyleri anlatalım ama başka türlü anlatmanın yollarını bulalım dedik...

Ve bu karar doğrultusunda çalışmalara henüz başlamadık...

Şimdilik Eylül ortası görünüyor geri dönüş tarihi... Bir kaç eski şey geri dönecek gibi, bazı yeni numaralar da var. Dur bakalım...

Bu arada sadece ikimizin yapacağı bir televizyon programından da bahsediliyor... Benim de haberim yok. Demek bu ibneler (eşcinsel anlamında değil / birlikte yaşamak ne güzel) benden gizli bir iş çeviriyor... Bu söylentinin çıkışı da aramızda eğlenmek için yaptığımız üçüncüyü dışlama esprisinin yayında yanlış anlaşılması... Ya da bu ibneler gerçekten bir iş çeviriyor, eşcinsel anlamında!

ege - fahir - oktay (radyo odtü yıllığı 1999)


DÜZELTME VE ÖZÜR

Bu yazıda iki yerde geçen ibne kelimesi belli bir rahatsızlık yaratmış bazı okuyucularda… Rahatsızlığın ortaya çıkmasında benim de yazarken rahatsızlık duymamın ve parantez içinde belirtmemin payı olduğuna inanıyorum. Rahatsızlığı ortadan kaldırmanın yolu kelimelerin yerine başka bir şey koymak olabilirdi… Ama özür dileyip, neden özür dilemem gerektiğini de yazmanın daha faydalı olacağını düşündüm. İlk etapta benim gibi “Yahu ben ibne derken eşcinselliği kastetmiyorum ki ne alakası var…” diyenlerin de fikrini değiştirebilir.

Politik doğruculuk, empati yapmak, fikirlere saygılı olmak adına her konuda aşırı hassasiyet göstermenin dünyamızı giderek sıkıcı bir hale getireceğini düşünüyordum… (Bir noktaya kadar hala bu fikrimin arkasındayım. Şiddet ve hakaret içermedikten sonra her şey söylenebilmeli… Ama işte alınganlığın dereceleri, hakaret ve dalga geçme arasındaki kişilere göre değişen sınır… Neyse…) İbne kelimesine de gereksiz bir hassasiyetle yaklaşıldığını düşünüyordum…

Ama Louie’yi izlerken fikrim değişti… Zaten ne varsa komedyenlerde var. Louie memleketimizde pek popüler olmayan yeni bir komedyen dizisi… Bir bölümünde komedyen arkadaşlar bir masada toplanmış poker oynuyorlar. Konu eşcinselliğe geliyor, faggot kelimesi üzerinde duruluyor.

Louie eşcinsel arkadaşına soruyor:

“-Do you think I shouldn't be using that word onstage?

- I think you should use whatever word you want. When you use it onstage, I can see it's funny and I don't care. But are you interested to know what it might mean to gay men?

- Yeah, I am interested.

- Well, the word "faggot" really means a bundle of sticks used for kindling in a fire. Now, in the Middle Ages, when they used to burn people they thought were witches, they used to burn homosexuals, too. And they used to burn the witches at a stake, but they thought the homosexuals were too low and disgusting to be given a stake to be burned on, so they used to just throw them in with the kindling, with the other "faggots."

…(burada espriler şakalar, sonra adam devam ediyor)…

You might want to know that every gay man in America has probably had that word shouted at them when they're being beaten up, sometimes many times, sometimes by a lot of people all at once. So when you say it, it kind of brings that all back up. But, you know, by all means, use it, get your laughs, but, you know, now you know what it means.”

Şöyle bir şey…

-Sence sahnede o kelimeyi kullanmamalı mıyım?

- Bence sahnede istediğin kelimeyi kullanmalısın… (Özet geçiyorum)… Her eşcinsel hayatının bir döneminde insanların saldırısına uğradığında, dövülürken bu kelimeyi defalarca duymuştur… Sonuçta sen bu kelimeyi söylediğinde o anları yeniden yaşatmış oluyorsun… Sen yine esprilerini yap, kahkahaları topla… Ama eşcinsellerin ne hissediyor olacağını bil!

Şimdi burada İngilizce “faggot”la Türkçedeki “ibne”nin aynı şey olmadığını anlatmaya çalışmanın alemi yok…

Ortada hiç amaçlanmayan bir rahatsızlık varsa, özür dilenmesi gerekiyor…

Bir özür de yazının orjinalinde kelimelere dokunmadığım için… Ama olup biten şeyin daha net anlaşılması için öyle kalması gerekiyor bence.

16.7.10

Kemirtiler

Uykudan düşecek hale gelinceye kadar yapacak bir şeyler bulmam lazım.
Neden?
Evde yalnızken korkuyorum...
"Huzursuz oluyorum..." "Bir boşluk hissediyorum..." falan gibi kelimeler kullanmadım dikkat ederseniz, açık açık söyülüyorum... Bildiğin korku! Bürge turnedeyken Alin'in olması bile yetiyor. 4 yaşında çocuk mu koruyacak seni, demeyin. Saçma sapan şeyleri düşünmemi engellemesi yetiyor.

Korkulardan bahsettik yayında, çok enteresanlar var... Ama önce bu listede yer alması gerektiğini düşündüğüm korkuları yazayım:

Şahsi Fobilerim

Patofobia: Isırılan böreğin ya da pohaçanın patatesli çıkması korkusu
İmitafobi: Çakma ürün kullandığının anlaşılması korkusu
Nikotifinofobi: Sigarasız kalma korkusu
Zaphorofobi: Kanalları dolaşırken korku filminin en korkunç sahnesine denk gelme korkusu.
Zartofobi: Osururken sıçma korkusu
Blokafobi: Misafir olduğun evde yaptığın kakanın sifonu çekince gitmemesi korkusu

Ve diğerleri...

Aviofobi: Uçuş korkusu.
Klostrofobi: Kapalı yer korkusu.
Batofobi: Derinlik ya da yüksek binaların yanından geçmekten korkusu.
Ailurofobi: Kedilerden korkma.
Arakibutirofobi: Yerfıstığı ezmesini yerken damağa yapışmasından korkma.
Venüstrafobi: Güzel kadınlardan korkma.
Politikofobi: Politikacılardan korkma.
Peladofobi: Kel insanlardan ya da kelleşmekten korkma.
Fobofobi: Korkmaktan korkma.
Eisoptrofobi: Aynalardan korkma.
Erotofobi: Cinsellikten korkma.
Filofobi: Aşık olmaktan korkma.
Agirofobi: Caddelerden korkma.
Antropofobi: İnsanlardan korkma.
Araknofobi: Örümceklerden korkma.
Tokofobi: Gebe kalmaktan ya da çocuk doğurmaktan korkma.
Triskaidekefobi: 13 sayısından korkma.
Tripanofobi: İğne olmaktan korkma.
Musofobi: Farelerden korkma.
Nekrofobi: Cesetten korkma.
Ofidiyofobi: Yılanlardan korkma.
Okofobi: Taşıtlardan korkma.
Rantofobi: Her şeyden korkma.
Gametofobi: Evlenmekten korkma.
Ksenofobi: Yabancıdan korkma.
Tapofobi: Canlı canlı toprağa gömülme korkusu .
Amnezifobi: Hafızasını kaybetmekten korkma .
Aritmofobi: Sayılardan korkma .
Helyofobi: Güneşten korkma .
Karnofobi: Etten korkma .
Lökofobi: Beyaz renkten korkma .
Nozokomefobi: Hastanelerden korkma .
Testofobi: Testlerden ya da sınavlardan korkma .
Venüstrafobi: Güzel kadınlardan korkma .

Bir de tabii Anüfobi... Götkorkusu...

patatesli mi peynirli mi?

15.7.10

Boynu Bükük Bir Blog

İnanın şu tepedeki bıyıklı fotoğrafıma baktıkça kendimden utanıyorum... O kadar ihmal ettim ki burayı. Neler oldu neler... Herşeyden önce bıyıklar gitti!

Neyse şimdi yaz havasıyla birlikte yeniden macera dolu blogumuza dönüyoruz...

Genel havayı değiştirelim sonra yazılara başlayalım falan diyordum... Tepeye koyulacak yakışıklı bir fotoğraf çekilemedi... Fotoğrafın yakışıklı olmasından da vazgeçtim. Sonra şu twilight'ta bana benzettikleri çocuğun her hangi bir fotoğrafı da olu,r dedim. Çok acı ama bana benzeyen bir fotoğrafını bulamadım...

Cep telefonuyla da kendimi havalı çekmeyi beceremedim.
Yaz bekarlığı çok zor...

24.5.10

Lost Final Bölümü'ne yarım saat kala...

Sabah beşte kayda başladı alet... Yedide şöyle bir baktım, Kate, Jack ve Hurley yürüyordu... Naveen Andrews diye yazılar vardı... "Neden bu işi sen aldın?" diye sordu Kate, "I was supposed to... / Almayıp da n'apcan?" dedi Jack... Sonra Locke'u halat toplarken gördüm... Çalıların arkasından bakan biri vardı. Desmond mu yoksa derken Tamirci Manny çıktı!

Alin'in kahvaltısı için Disney Channel'a geçildi... Kayıt devam ediyordu... Tamirci Manny'yle ilgili teorim yok!

Radyoda yarışma için telefon almasak mı acaba, diye düşünüyordum. Oktay saçmalama dedi. Korktuğum başıma geldi. Finali izlemiş bir dinleyicimiz aradı! Spoiler vermeyecekti gerçi, hislerini anlatacaktı, ama labarba yaptık konuşturmadık. Radyodan geldim... Bilgisayarı açtım. Maiilere şöyle bir baktım, spoiler yok! Twitter'a girmeye korktum. Facebook'ta biri "815 kazazedeleri ölümsüzdür!" gibi bir grup kurmuştur şimdi diyerek oradan da uzak durdum.

Dur bir gazetelere bakayım dedim... Habertürk internet sitesinde manşetten veriyordu, hemen kapattım.Kayıtta sorun çıkabilir diye torrentleri başlattım, bilgisayarın başından kalktım.

Trt'de bilgisayar açmadık, ne olur ne olmaz diye... Spoiler yemeden eve geldim.

"Alin'e bir duble bir şey mi içirsek, erken uyusun çocuk..." dedim Bürge'ye... Net bir şekilde hayır demedi. Ama sarhoş olunca iyice azdığı için vazgeçtik.

Şimdi içerde kızı uyutuyor Bürge... 30 sıkım çiğköfte eşliğinde oturuyoruz finalin başına. Şu çiğköfteyi yazınca aklıma geldi, dünya üzerinde lost karşısında değişik kültürlerde neler yendi diye bir yoklamak lazım twitter'ı yarın.

Heyecan diziyle ilgili değil... Olayın kendinden kaynaklanıyor... Bir televizyon olayı bitiyor. İzlemeyen, anlamayan şöyle düşünsün... Her hafta heyecanla izlediğin, üzerine yorumlar yaptığın Fenerbahçe futbolu bırakıyor... O hesap!

Aha kapı sesi, kız uyudu!


22.5.10

“It only ends once…” yani “Bu sevda bitmez…”

Pazartesi bitiyor artık… "Bütün sorulara cevap bulacak mıyız?" sorusu yerini "Eee? Yani şimdi şey miymiş, peki şey neydi?" gibi sorulara bırakacak gibi görünüyor. Benim kendi adıma en büyük beklentim hikayenin bitmesi… Cevapsız soruları, açıklanmayan olayları kaldırabilirim ama açık kapı kalmasın lütfen.

Olayın bitmeyeceği belli… Çizgi roman beklentisi çok yüksek, bir film şart, internette falan bir dünya olabilir, olsun zaten hepsi, ama altı sezondur izlediğimiz bu hikaye bitsin. Yeni karakterler, bambaşka zaman dilimleri falan fıstık zaten çok iyi becerdikleri şeyler yapımcıların. Arada bizimkilere selam gönderilir, hoşluklar yapılır… Ama o kadar.

Hikayenin bitişiyle ilgili bazı şeyler geldi aklıma… Onları yazayım finalden önce. Tutturursam havasını atarım, tutturamazsam kıvırırım…

--- İspolyer---

Baştan söyleyeyim, yazacaklarım dizideki ipuçlarından yola çıkarak ulaştığım şeyler değil pek. Hayatını televizyon karşısında geçiren tecrübeli bir izleyicinin beklentileri.

Daha önce de yazdım… Hala beklentim o yönde. Biri ölecek! Kwonlar, Sayid falan değil. Sayın Shephard, sayın Sawyer ya da Sayın Austen ölmeli… Büyük finale bu yakışır. Son bölümde (daha önce aday olmayacağını açıklamasına rağmen) Jacob'ın yerini almaya atlayan Jack, öleceğini haber vermiş oldu bana göre…

Gerçi temkinli olmak lazım. Ters köşeye yatma beklentisiyle ekran karşısına geçenleri hiç ummadıkları daha ters bir köşeye yatıran bir diziden bahsediyoruz. "Velev ki go back Kate!" şaşkınlığını hala atamadım üstümden ama Jack konusunda beklentilerim güçlü…

Dahası Jack'in nasıl öleceği de oturdu kafamda… Bu Jack black smoke olacak aga! Aha buraya yazıyorum… Final bizi Jack ve Locke kapışmasına götürüyor. Eh, bu John Locke'ı dumana dönüştüğünde durdurmanın da imkanı yok. Jack de fedakar çocuk, malum. "O zaman ben kendimi yakarım, dumanımla da black smoke'u ortadan kaldırırım" diyecek gibi geliyor. Tabii adada black smoke kadrosu var mı, bilmiyorum.

Zamanında matrix de, hala tam anlayamadığım, buna benzer bir şekilde bitmişti… Zıtlar birbirlerini yaşatıyorlardı. Birbirlerini yok etmeleri aslında bu yüzden yasak oluyor, falan.

Jack böyle havalı bir şekilde kendini feda edince de adayı beklemek Kate'e kalacak… Sawyer adadan gider. Hurley zaten beceremez… Kate de Aaron'ın Claire'le beraber olacağını düşünür, içini rahatlatıp adada mesaisine başlar.

Bu arada gereksiz herkes öldü… Benjamin (Bu adama bünyamin denilmesi yavan ama çok komik) kardeş ne bok yemeye çalışıyor, hiç anlamadım. Kendi kafasına göre bir şeyler peşinde sanki, blacksmoke'un ne mal olduğuna uyanmış gibiydi. Pilot ne oldu bilmiyoruz. Kalanlar dünyaya nasıl dönecekler, bilemiyorum. Bu arada dünya demişken…

Bu ada dünyada olmayabilir… Zaman zaman açılan geçitlerden geçilen bir yer olabilir. Finalde bu da çıkabilir karşımıza. Bu durum ileride lotsa dayalı yeni hikayeler için çok elverişli bir ortam yaratır.

Jack'in karısı Juliet çıkacak diyorlar… Bence Shannon. Neden diyeceksiniz? Daha büyük bir sürpriz olur çünkü.

Bir de sideways olayı var…

Sideways denen alternatif gelecek bombanın patlaması (1977) ve uçağın düşmemesiyle (2004) şekillenmiş bir gidişat değil. Uçağa binmeden de dünya kadar şey değişmiş. 77'den önce bir şeyler olmuş sanki… Artık ne olduysa bunu bir tek Desmond biliyor. Ve bir şekilde milleti duruma uyandırmaya çalışıyor… Ne olacak hiç bilmiyorum… Hayırlısı diyoruz, işin başında Desmond olduğu için içim rahat.

Şunu da ekleyelim: Walt (şu anda 1.82 olmuş boyu) yerine Webster gibi bir adam bulsalardı hikayenin bütün gidişatı değişebilirdi…

Pazartesi ak smoke kara smoke belli olacak…

Sonra ne seyredeceğiz biz?

17.5.10

Micro Blogging

Bu sayfanın atıl hale gelmesinin tek sorumlusu olarak twitter'ı göstermek tembelliğime mazeret bulmak gibi olacak! O yüzden açıklıyorum tek sorumlusu twitter!

Değinmek istediğim konular hakkında iki cümleden fazla yazacak şey yokmuş onu fark ettim. Mesela "Dün ıspanak yediğim için bugün çok güzel bıraktım…" yazmak yeterli oluyor twitter'da. Ama buraya biraz daha kapsamlı yazmak gerekiyor.

Bir kere konuya kabızlıkla girmek lazım… "Böyle bir dünyaya kak yapmak istemiyorum…" diyen adamın ruh halini değerlendirdikten sonra kabızlığa giden yolu açıklamak gerekiyor. Tek yönlü beslenme falan…

Sonra sebzelerin sıkıcılığıyla etin coşkusu karşılaştırılacak… İnsanoğlunun en büyük icadı kıyma hakkında atıp tutulacak. "Ben ete istediğim şekli verebilir miyim acaba?" diyerek çalışmalara koyulan ve uygarlığın harcı olan kıymayı bulma yolunda ilk adımı atan adama saygılar sunulacak… Köfteye konulan soğan ve maydanoz vücudun sebze ihtiyacını karşılıyor olabilir, gibi acıklı bir teori ortaya atılacak… Falan filan…

Daha kaka kısmına gelmedim, dikkat ederseniz…

Twitter'ın acıklı tarafı insanların kakalarını nasıl yaptıklarını yazmaları değil… Esas mesele, bunu yazan adamı takip edenlerin "Ben de bir kere şöyle şöyle iki parça bıraktım…" ya da "Blok mu çıktı, kırıldı mı?" diye yorumlar yazması.

Facebook'la başladı bu iş… Hepimiz şöhretlere özeniyorduk; hayatımızın ayrıntıları takip edilsin istiyorduk; Facebook bize bunu verdi. "Özel hayatımla değil, yaptıklarımla anılmak istiyorum…" diyenleri de gördük. Domateslerini suluyorlar…

Yanlış da anlaşılmasın durumdan hiç şikâyetçi değilim, bilakis hastasıyım… Gazetelerin, televizyonların ve internet sitelerinin sunabileceğinden çok daha renkli öneriler çıkıyor karşıma… 2010 yılında "social networking ne güzelmiş!" demiş oldum bu yazıyla. Key ödemelerinin internetten takip edilmesi hakkında yazacağım demektir bir sonraki yazıyı…

23.4.10

Bence vayug...

Yaz gelince kusursuz bedenimi fütursuzca sergilemek için tişörtlerle coşuyorum... Bir kaç senedir yeni bir şey almıyordum. Hem güzel bir şeye rastlamıyordum hem de dünya kadar vardı zaten. Geçtiğimiz haftalarda güneşle müşerref olunca, aha! deyip tişörtleri gözden geçirmeye başladım... Ve ağladım... Yıllar sonra ilk kez hıçkıra hıçkıra ağladım...

Kusursuz bedenim doğum sonrası kilolarla deforme olmuş, haberim yokmuş. (Babalarda doğum sonrası kilo artışı ciddi ve göz ardı edilen bir mesele... Ziyan olmasın, mantığıyla cicibebe'leri yiye yiye fark etmeden şişiyorsun!) Sorun açıktı: Tişörtler üzerindeki resimlerden çok göbeğime dikkat çekmeye başlamıştı!

Daha önce karumda bir kaç tşört bastırmıştım, resim götürüp. İstediğim kaliteyi bulamamıştım. Ama teknoloji coşmuş... Göbekli adamlar istedikleri tişörtleri giyebilsinler diye deli gibi çalışmışlar. Muhakkak başka yerler de vardır ama ben basmatik.com'u biliyordum. Deneme mahiyetinde bir şey gönderdim:

Pirate Bay'in tasarımı zannediyorum

Sonucu beğenince, kendim de bir şeyler yapmaya çalıştım...

eski reeboklarımın aynısını bulunca 80'ler rüzgarı esti gönlümde...
(Hesap makineli saatim de cilası oldu!)

Sonra da millet neler yapıyormuş diye design sitelerine dadandım... Çok büyük bir batakmış, çıkamadım. Türk tekstil sektörünü coşturacak bir dolu tişört fikriyle meşgul oldu kafam. Sonra iş tişört boyutundan çıktı. (bir tişörtü bir hafta giyen bir adam olarak ömrümün yetmeyeceği bir koleksiyona sahip olmaktan korktum) Çarpıcı tasarımlara bakıp mest olmayla yetinmeye başladım (pornocu arkadaşlar anlarlar).

bu içmihrak adlı blogdan...

bu da NCOTB diye bir siteden...


Bunu da modernsabahlar.com'u da hazırlayan Arda Baysal'dan

Hevesim geçinceye kadar, biraz grafik ağırlıklı olacak gibi buralar...

14.4.10

Günlük Hayatta Futbol Terimleri

(Beraber ve solo sohbetler'de dinleyici yorumlarıyla oluşturduğumuz liste... Daha çok okunuyor diye buraya alayım dedim.)


1) dakka bir gol bir!
2) Ters Köşeye yatırmak...
3) Oynatalım uğurcuğum
4)(...oradan) gol yemeyelim...
5) Gol olur
6) Maç doksan 90 dakika
7) O topa girmeyecektin...
8) Direkten dönmek...
9) Frikik vermek...
10) Muz Orta (beklenen bir işin sana yönlendirilmesi)
11) Voleyle tamamlama... (paslanan bir işi bitirmek)
12) Doksana takmak!
13) Uzatmaları oynamak...
14) Önümüzdeki maçlara bakacağız...
15) Markaj
16) ofsayta düşmek
17) dokuz kusurlu hareket
18) Son dakika golü atmak/yemek
19) Ve top yan ağlarda... (gol olmamış)
20) Sekerse tehlike... Sekiyor...
21) Top yuvarlaktır...
22) (Mutluluktan) ağlamak istiyorum sayın seyirciler...
23) Messi bu neyin nessi
24) Bir sıfır önde/geride başlamak
25) iyi orta gol getirir...
26) pas açmak/atmak
27) pas vermemek
28) Hat trick yapmak!
29) sahalardan bir süre uzak kalmak
30) Sahalarda görmek istemediğimiz türden hareketler...
31) Degaj yapmak (sevgilisinden ayrılmak)
32) Kendi pozisyonunu yaratmak...
33) "At at kalede ben varım..."
34) Topu taca atmak
35) Top çevirmek...
36) Al da at dercesine bir pas
37) Adamın gol diyor...
36) Tribünlere oynamak...
37) %100 gol pozisyon...
38) Direği yalayarak geçmek...
39) Kırmızı kart görmek/göstermek
40) Hükmen galip/mağlup
2 yorum:
Adsız dedi ki...

bunları nasıl olmuş da atlamışsınız?

- gelişine vurmak
- vurursa gol olur; vurdu, aut (basit bir işte beklenmedik biçimde başarısız olmak)
- göğsünde yumuşatmak (aleyhte bir olay veya saldırının etkisini hafifletmek, savuşturmak)
- 1-0 olsun bizim olsun


7.4.10

ABB

"ankara bana benzesin" için birbirinden şık hareketler yapılacağına dair sözler dolanıyor etrafta, mutluluk verici tabii... Ama şarkı orada kuzu gibi yatmayı sürdürüyor. Gidişattan bağımsız olarak yeni yeni kuzular ekleyeceğim yanına buradan duyurmuş olayım...

modernsabahlar.com için çalışmalar devam ediyor, son on senedir olduğu gibi... Ama daha fazla bekleyemeyecek olanlar için gaga dahil bazı şarkıları bulabilecekleri bir adres:

http://rapidshare.com/files/372996015/modern_mp3.rar

dosyaları orada ne kadar barındırırlar bilmiyorum, acele eden kazanır...

sağolsun denix bunu da eklemiş...
http://www.megaupload.com/?d=ESFFE5SS

29.3.10

Ankara Bana Benzesin 1.1

Metronom kullanmak her babayiğidin harcı değilmiş. Her şey bir tarafa "tik-tak-tak-tak" sesi asfalyaları attırıyor... Çelik gibi sinir lazım! Ben de efendi gibi bir davul loop bulup onu dinleyerek kaydettim bu sefer... Denedim; 82 bpm'le cillop gibi oturuyor...

Şarkının yeni kaydı: Ankara Bana Benzesin



Oynamak isteyenler egekayacan @ gmail . com adresini kullanabilirler, iletişim için. Yorumlarla konuşmak zor oluyor.

IF performance hall 24 mart

Geride kalmış güzel bir geceydi, üzerine yazacak bir şey yoktu... Ama şu fotoğraflar gelince kuru kuru koymak da olmayacaktı!
Burcu Çetin'in ellerine sağlık...






27.3.10

Unutulan Lezzetler: Küçük Esat Mutfağı

Yurdumuzun gizli cennetlerinden biri olan Küçük Esat'ın Bardacık yöresinin bunca yıldır ihmal edilen mutfak kültüründen bir kesit sunmak istedim sizlere... Sağlıklı beslenmenin öneminin giderek arttığı şu günlerde tek yönlü beslenmenin en iyi örneklerinin sergilendiği taksim6 menüsüne bir göz atalım...

Şair Kebabı

Bir kilo kıyma (yağlı)
İki büyük soğan
İki büyük domates
İki ekmek
Zeytinyağı

Soğanlar küp küp doğranır... Tavada zeytinyağıyla öldürülür. Mutfak leş gibi kokunca, küp küp doğradığımız domates eklenir. Ocaktan bir sigara yakıldıktan sonra altı kısılır. "Kıyma nerede lan?" denerek kıyma istenir, tavadaki karışıma eklenir... Pişmeye başlayan kıyma tahta kaşıkla tak tak vurularak dağıtılır... Baharat eklenir...Sigara bitince kaşığın ucuyla küçük bir parça tadılır... Sonra yine tadılır, ekmek banılır.

Salonda yere gazete serildikten sonra tavadan ekmek banarak yenir... Coşku veren görünümü ve eşsiz lezzeti yanında, bu yemek tavanın yıkamaya gerek kalmayacak şekilde ekmekle sıyrılmasını sağladığı için son derece de pratiktir.

Hapishane Yemeği

Bir miktar kabak
Bir soğan
Bir miktar pirinç
Zeytinyağı
Salça

Kabaklar soyulur, dilimlenir... Tencerede kavrulan soğana salça eklenir. Bereketli olsun diye pirinç eklenir. Tencerede biraz tıkırdattıktan sonra "Olmuştur herhalde..." denerek kabaklar eklenir... Kabak kendi suyunu saldığı için ayrıca su eklemeye gerek yoktur... Sonuçta çıkacak şey bir boka benzemeyeceği için tuz karabiber kasmaya da gerek yoktur... Gayet doyurucu ve mülayemet veren bir yemektir...

Bardacık Pizza
Donmuş pizza
Sucuk

Dondurulmuş pizza üstüne sucuk eklenerek adam gibi bir şey haline getirilir, paket üzerinde ki pişirme yöntemine uyulur.

Margarin Soslu Spagetti
500 Gram Spagetti
Bir yemek kaşığı margarin

Bir paket spagetti haşlandıktan sonra, bir yemek kaşığı margarinle pişirilir... İnsansan tabaktan, değilsen tencereden yenir...

Tulum Peyniri
Tulum Peyniri
Ekmek
Kereviz sapı...

Kereviz sapları bir süre mutfakta bekletilir. Bu sırada tulum peyniri dilimler halinde hazırlanır... Ekmekle birlikte yenir... , iki ay kadar sonra kereviz sapları ne olduğu anlaşılamayacak hale gelince çöpe atılır.

Dürüm
Dürümcü aranır... Kişi sayısına göre sipariş verilir. Sos-soğan sorusuna tercihe göre cevap verilir. Bu tarifte iki kişilik dürümü anlattığım için bir sade soslu, bir soslu-soğanlı... Telefonun diğer ucundan "Lavaş iki..." uyarısı duyulunca telefon kapatılıp, beklenir. On beş dakika sonra afiyetle yenir. Doyurucu ve peklik veren bir yemektir...

Afiyet olsun...


Bardacık Sofrasında büyümüş Alper Kurt (solda) bilmediğim bir adama ödülünü verirken... (google fotoğraf koleksiyonundan)



Bardacık mutfağına buçuk anlayışını yerleştiren Cem Vardar Usta... (lise tişörtü içinde)

ABB'de şok gelişme

Halk arasında ABB olarak bilinen "Ankara Bana Benzesin"in demo kaydında gitarı metronomla sincap gibi çaldığımı zannediyordum! Bugün bir davul loopu denerken fark ettim; ritmi öyle bir kaçırmışım ki yakalayabilene aşkolsun! Özetle, ankara suratıma benzemiş...

En kısa zamanda yeni kaydı yükleyeceğim... Acelesi yok, zaten bu işte yer alacak herkes aynı benim gibi sallamacı! Keşke bu tip bir uyum olmasaydı aramızda...

Şarkıyla ilgili yorumlar da havaya soktu; bir kaç şarkı daha gelecek yakında. İsteyen istediğiyle uğraşsın...

20.3.10

Büyük Asap Bozukluğu

Kızın istediği her şeyi yaptım... Buna karşılık olarak öğle yemeğinde sadece 1 (yazıyla bir) inegöl köfte yeyince asaplarım bozuldu. Tavır yaptım... Arabaya kadar hiç konuşmadan yürüdük. Yerine oturturken "Barışalım artık..." falan dedi, tınmadım! "Yemeğini güzel yediğinde barışırız..." gibisinden bir şey söylemek için arkaya döndüğümde bir baktım uyumuş...

Şimdi uyanana kadar vicdan azabı içinde bekleyeceğim...


15.3.10

Ankara Bana Benzesin 1.0

Bu versiyon badem oldu, meraklısı buraya baksın...

Şarkının demosunu kaydettim sadece gitarla… Metronomla çaldım (çok sıkıcıymış) ritim ekleyeceklere kolaylık olsun diye. BPM 82… evet, yavaş bir şarkı.

Burdan indirebilir meraklısı: (http://www.divshare.com/download/10774556-b9a)

Akorlar:

Em Bm C D D7

C G D

Em Bm C D D7

C G D

C D BM C

Am D Em

C D Am Em

Am D Em

C D Am Em

Am B7 Em

kolay, yerleştirmesi size kalıyor…

Sade gitar (http://www.divshare.com/download/10774795-207)

ve vokal (http://www.divshare.com/download/10774796-4ad)

olarak iki ayrı track daha var, solo molo atacak olanlara ya da gitarları daha enteresan çalacak olanlara…

Ben daha güzel söylerim diyenler de olabilir… Muhakkak öyledir.

Davulcu bulduk galiba, dur bakalım… Tommy Lee'ye de kapak olacak hayırlısıyla!

Konuyla ilgili bazı ayrıntıları yorumlar kısmında açığa kavuşturmaya çalışıyoruz...

12.3.10

Pek Rakınrol

Pek rakınrol bir fikir geldi aklıma, önümüzdeki günlerde ilk adımı atıyorum. Ama benim adım atmam yetmeyecek, bir takım eli gitar tutan adamların da bu işe el atması gerekecek. Olay şudur. Ben bir bestemi çalıp buraya koyacağım… Ondan sonra isteyen üzerine solo atacak, tatlı bir bas ilave edecek, cilveli akorlarla süsleyecek falan… Sesi güzel olan vokallere de girişebilir; benim aklıma gelmeyen bir dolu enstrüman da devreye girebilir. Bakalım ne çıkacak ortaya…

Meraklısı varsa şimdiden haberleşelim…

5.3.10

Arananlar Şubat 2010

Her zamanki gibi google enteresan aramalar yönlendirmiş sayfama… Bir daha uğradıklarında elleri boş kalmasın diye yardımcı oluyorum.

radyo adamlılı

Haydi lilili lili lili yar!

kadında testosteron seviyesi ne olmalı

Hafif bıyığa izin veren çenede sakala yol açmayan bir seviyede olması iyidir. Toşbil boyutuna varmamalı elbette…

berk isimli bebeklerin kişilik özellikleri

Bildiğim kadarıyla temelde "sinan" isimli bebeklerle aynı kişilik özelliklerini taşırlar, ancak kuralları sorgulayıcı düşünce yapıları "ersin" isiml bebeklere özgüdür

bebeklerde osurukta zorlanma

Büyüyünce geçen, bir yaştan sonra da sevimliliğini kaybeden bir özelliktir. (30 yaşından sonra kesin kaybediyor)

badminton tişörtünde yazilan nasil olmali

Türkçe…

göbeğin yakışıyor

Bir erkek için "pipin gerçekten çok büyük"ten çok daha hoş bir iltifat.

jambon zımbaları

Sucuktur o… Ya da macar salamı!

taharet musluğu tamiri

Sorunu tam olarak anlamak gereklidir… Genelde dışarıda kalan ucundan tutup çekerek çözülür, bir daha böyle şeyler deneme!

eyerin iki yanında bulunan ve hayvana binildiğinde ayakların basılmasına yarayan, altı düz, demir halkaya ne denir?

Güzel kardeşim binicilik terimleri diye arasan ya, parmacıklarına yazık değil mi! Ama hayvanı tam belirtmediğinden bilemiyorum tabii…

otomobilden inerken donsuz bayan

Binerken donluysa arabada sorun var!

rüyada maymun boku görmek

Maymun boku nasıl ayırt ediliyor? Belirleyici özelliği nedir? Yok eğer maymunu kabahatini yaparken izlediysen rüya yorumu değil, psikanaliz gerekiyor sana…


 

4.3.10

Bilinmeze Yolculuk

Gösteri iyi geçmişti… Neşem çok yerindeydi. Onu öyle değil de şöyle deseydim belki komik olabilirdi, gibi takıntılar olmayacaktı kafamda. Otobüste yanımın boş olacağı da kesinleşmişti! Herşey tamamdı; çok tatlı bir uyku bekliyordu beni… Varan Ataşehir tesislerinde karşıma çıkan tabelayla gecem zehir oldu! Bakmamam lazımdı, beni ilgilendirmiyordu. Ama takıldı gözüm… Sonrasında da otobüs kalkana kadar gözlerimi ayıramadım. Süper zeki değilim, biliyorum. Ama tabelaları anlayamayacak kadar gerizekalı da değilim. "Park yapılmaz" "Menekşe Apartmanına aittir" "Bel Fıtığı…" falan gibi şeyleri görünce şıp diye mesajı alıyorum. Bu tabelayı çözemedim…

Fotoğrafını çektim:



Uykularım kaçtı… Hala anlamış değilim ne denmeye çalışıldığını. Dize dize ele almayı deneyeceğim sakin kafayla.

"Sayın yolcularımız…" Şair burada bize sesleniyor…

"Diğer yolcularımıza'da" Burada imla kurallarına bir başkaldırı var. Dahi anlamıdaki "de"yi ayrı yazma zorunluluğu karşısında bir isyan! Evet ayrı yazıyorum ama kelimeden tamamen ayırmıyorum. Gereksiz bir kesme işareti koyuyorum diyor şair.

"Hizmet verebilmek amacıyla…" normal burası…

"Oto parkımız 24 saat(…)" burada "lik" beyazla kapatılmış.

"Hizmet vermektedir" normal gibi…

"Saygıyla duyrulur" Bir harf eksik, mühim değil…

Gelelim esas soruya… Ne diyor şimdi bu tabela… Bir biz varız, sayın yolcular! Bir de diğer yolcular… 24 saat içinde hizmet alan herkes yani… Onlara hizmet verebilmek için, diğerlerine yani, bir şey yapılıyor anladığım kadarıyla. Ama ne yapıldığı belli değil.

24 saat esasına göre hizmet verildiği seziliyor…

"Lik" silinmeseydi herşey netleşecek miydi diye de düşündüm yine olmuyor… Neden silindiği de anlaşılamıyor. Belki de zamanında benim gibi biri daha takılmış bu tabelaya, dayanamayıp anlayamadığını iletmiş yetkililere… Onlar da "24 saatlik" yerine "24 saat" yazarsak herşey netleşir diye düşünmüşler. Netleşmemiş ama…

İstanbul'dan dönüşlerimin zehir olmaması için bir bana açıklayabilir mi buradaki gizli mesajı?

24.2.10

Fransız Basınında Ege Kayacan

Muhakkak okumuşsunuzdur ama kaçıranlar için buraya bir linkini koymak iyi olur dedim.


Canalblog adlı fransanın en etkili medya ortamında hakkımda güzel bir değerlendirme yazısı çıktı. Fransızcam çok zayıf ama şöyle diyor haber:

"Radyoculuktaki başarısını ebeveynliğe de taşımasını bilen Ege Kayacan, özgün aksesuarlarıyla fransız halkının gözdesi oldu. Kızını kucağına alırken objektiflere yakalanan çılgın türk her nedense eleştirmenlerden tam not aldı!"

Le edit: Bazı yorumcular google translate aracılığıyla ulaştıkları çevirilerle benim çevirim arasında tutarsızlıklar yakalamışlar. Google senin bu gurur verici başarını neden türkçeye doğru çevirmiyor, demeye getiriyorlar. Teşekkür ediyorum...

Bu arada öğretmenimizin sayfasına şu yorumu yapan rakınrol arkadaşa da şapka çıkarıyorum:

A la fi fi

Je cours chaque équipe (I run each team)

Posté par Evren, 24 février 2010 à 16:27

16.2.10

Hesap makineli saatim

Lost: Sezon Başı Şenlikleri

Yanlışlıkla berabervesolosohbetler.com'a yollamışım bu yazıyı... Burada olması lazım!

04 Şubat 2010 Perşembe


dün gece kız geç uyudu, biz de dizinin başına geç oturduk. İzlemeyenlerin keyfini kaçırmadan sadece şunu söyleyeyim: Sakallı Abi lafımı yedirdi bana... Lost hakkında söylenebilecek en güzel şeyi uzun süredir herşey hakkında söylüyorum zaten: "Ben artık hiç bir şeye şaşırmıyorum..."

Bu arada geçen gün beraber ve solo sohbetler'de değindiğimiz konudan bahsedeyim iki cümle. Lost fenomenini saçma bulanlara madalya takılmıyor. Şu hayatta kaç fenomen göreceğimiz belli değil. Yakaladığımıza dört elle sarılalım, millet nereye savruluyorsa oraya savrulalım... Hiç kimsenin duymadığı grupları dinlemek, bilmediği filmleri seyretmek elbette çok havalı (özellikle ortaokul yıllarında.) Ama bazen de sürüye katılmak lazım... Hele ki sürü coşmuş eğlenirken en başta olmalı insan!

Not: Yeni sezonda bir de "toranaga" çıktı başımıza...

12.2.10

Lostçuluk

Son bölümü izlerken Bürge'yle birbirimize dönüp "Biri gelse bize anlatsa neler olmuştu, kim kimdi diye ne güzel olurdu değil mi?" dedik. Zaten dizi karışık, kafalarımız da öyle… Uzun aralar falan filan derken çaresizlik içinde geçiyoruz ekran karşısına. Beşinci sezonun ardından şöyledir böyledir diye yazmıştım. O yazıklarım elimde patladığından beri teori meori yazmamaya yeminliyim. Ama şunu da söylemden edemeyeceğim alternatif gelecekte Benjamin Linus sitelerde mobilyacı olarak karşımıza çıkacak, zaman oynamalarını mobilyacıların zaman anlayışıyla açıklayacaklar…

Diziyi izleyeceğin akşam eve biri gelse… Uzman olarak. Sabahtan bölümü izlemiş olacak; soracağın her soruyu anında cevaplayacak. Bölüm öncesinde çaylar kahveler içilirken bir özet geçilecek; gecenin sonunda da kısa bir değerlendirme yapılacak… Çayını çorbasını eksik etmeyeceksin, parasını da zarf içinde verip yollayacaksın. Her zaman gelmesi şart değil… Paragöz bir adam olmazsa telefonda iki cümleyle de açıklayabilir…

  • Hocam akşam geliyor musun?
  • Yok kardeş, bu akşamki bölümde sıkıntı olmaz… Baktınız çok kafanız karışmış, ikinci sezonun altıncı bölümü izleyin, ortalarına biraz baksanız yeter…

Diyebilecek birisinden bahsediyorum… Ya da bir telefonla:

  • Ya hocam, karanlıklar içinden bir adam çıktı, yabancı gelmedi ama çıkaramadık…
  • Haa… O Denver… Benjamin'in kaynı… Dharma'da yanına aldırmıştı denizaltının LPGsini ruhsata işletmişti hani… Dilekçenin sıra numarası 108'di bu arada!

Gibi hap halinde verse bilgileri…

İzlediğinle yetinmeyeceksin, çalışacaksın demeyin. Diziyle ilgili yorum okumak da zorlaştı… "Şimdi bir şey dikkatimi çekti… Jack ilk bölümlere göre daha yaşlı göründüğüne göre black smoke cilde zararlı olabilir… Bu durumda içine black smoke kaçanlarda böbrek yetmezliği baş gösterebilir… Hugo'nun da son iki bölümdür gofret yemiyor olması şekerinin yüksek çıkmasına bağlı gibime geliyor." gibi şeylerin arasında akıllı adamların yazdıklarını bulmak çok zor…

Bunlar şimdi kaç yılında sorusu sorulduğunda diziyi durdurup düşünmeden cevap bulmak güzel olmaz mıydı? Benim bildiğim bu işi yapabilecek tek kişi var Emrah Güler (lost başucu kitabının yazarı) Eğlenceli de bir adam… Lostçu geldi, ayakkabıları kapının dışında çıkardı falan demezsiniz. (keşke dün Ankara radyosunda gördüğümde eve çağırsaydım duruma uyandırmadan… İki dilim su böreğiyle hallederdim 603'ü!)

Bu dizi hakkında bu kadar yazıp konuştuktan sonra finali özel bir organizasyona çevirmek şart oldu… Emrah Bey'e buradan açık davetiyem var…

9.2.10

Top 10 iphone Appz

İ phone'da kullanılan programların karakter tespitine yaradığını fark ettim… Bir kere paralı program kullanmayanlar kendini zeki sanan cimri insanlar oluyor genelde, kendimden biliyorum. Telefona trilyon verdikten sonra 0.99 cent'e kıyamayanlar için bir takım beleş programlar buldum.

i-yalaka: Telefon rehberinize ünlü isimler ekliyor, siz arkadaşlarınızla otururken telefonunuza mesaj gelmiş gibi yapıyor. "Akşam izledin mi? Nasıldım, senin tavsiyelerini denedim…" / Kenan İmirzalıoğlu ya da "Şarkıyı senin yardımın olmadan tamamlayamıyorum, hani bana söz yazacaktın" /Mazhar Alanson gibi… Siz de "yaa bu da yapıştı, bir türlü kurtulamıyorum lavuktan!" falan diyerek durumdan rahatsız olduğunuzu hissettiriyorsunuz… Programın ücretsiz uygulamasında sadece Soner Arıca'dan mesaj geliyor: "Hocam beni hatırladın mı? Soner ben… Seni gidi vefasız :)" Yalnız programda bug var… "Nikâh işi, kolay sen tostları al gel…" diye Bülent Ersoy'dan mesajlar geliyor…

Toshbil Lite: Telefonu cebinize koyuyorsunuz, sizin yerinize oranızı buranızı kaşıyor… Ücretli sürümünde burma fonksiyonu da var…

G-zeka: Gerizekalılarla konuşurken her dediğinizi otomatikman bir daha tekrarlama özelliği…

Aqm: Asker arkadaşlarınızla konuşurken çevredekileri rahatsız etmemek için tasarlanan bu programda her cümlenin arasına otomatik olarak "amına koyayım" deniyor…

İ farm: Farmville'de harcadığın zamanı ölçüp onun yerine neleri halledebileceğini hesaplıyor.

İ yeter: Sosyal ortamlarda telefonunuzla oynarken itici olmaya başladığınız zaman uyarıyor…

Keychain: Key ödemelerini takip edebileceğiniz harika bir uygulama.

Bildiğin Sucuk: Sucuk gibi parmakları olanlar için daha büyük ikonlar yaratıyor, narin parmak hissi yaratıyor…

İ keçe-lite: Ayakkabının içine koyuyorsun, sıcacık oluyor… İki telefon lazım ama… Ücretli sürümünü mes olarak da kullanabiliyorsun.

İzort: Uygunsuz yerlerde kaçan osuruklarda "Ben yapmadım, telefonum öyle çalıyor…" deme şansı veren iğrenç bir uygulama… Sessiz salınımlarda "sessize aldım!" demek işe yaramıyor ama…