26.7.06

Evde Bebek Büyütme


Uzun zamandır ertelediğim bir konuda yazarak blog macerasına dönüyorum. Konunun ertelenmesi benim tembelliğimden değil, belli bir bilgi birikiminin oluşmasını beklemekten kaynaklanıyordu.

Bugün evde bebek büyütmekle ilgili bütün sorulara cevap verebilecek bir noktadayım. Sık sorulan soruları cevaplayayım.

Bebek nedir?

Öncelikle bu soru için teşekkür ederim. Bebek insanın küçüklüğüdür.

Bebek kime benzer?


Pastörize sütün yaygınlaşmasıyla "sütçü" esprilerinin kaybolduğunu zannedenler yanılıyorlar. Bugün hala büyük şehirlerimizde bu espriler yapılıyor. "Sütçü" yerine "Kapıcı" konularak yapılan espriler de komik olmuyor. Çünkü bizim bebek boş bakması ve anlamsız sesler çıkarmasıyla zaman zaman kapıcımızı andırıyor. (Gerçi son zamanlarda hareketli cisimleri takip edebilmesi içimi ferahlattı.)

Bebekler neyle beslenir?

Bebekler pide söyleyecek yaşa gelinceye kadar anne sütüyle beslenir. Anne sütünün ne kadar faydalı olduğunu biliyorum ama tadını bilemiyorum. (Bürge azarladı...)

Bebekler aldıkları besinin bir bölümünü gelişmek kalanını da kaka yapmak için kullanırlar. Bebek kakası sarımsı olur ve tadı iğrençtir. (Bürge buna karışmadı.)

Bebek gazı nedir?

Bebekler süt emerken hava yutarlar. Bu yüzden "Yavrımmm..." diyerek omuza yaslanıp sırtları pış pışlanarak gazlarının alınması gerekir. Melek gibi bir kızın "Gark!" diye geğirmesinin insanda mutluluk yaratması ilginç bir şey.

Ağızdan çıkmayan gaz barsaklarda birikerek pırt (bildiğiniz osuruk) olarak da vücudu terkedebilir. Bu da gülüşmelere yol açar. Bundan cesaret alarak kendinizi salarsanız kimse gülmez.

Bebekler sigaradan etkilenir mi?

Yapılan araştırmalar özellikle ilk üç ay boyunca bebeklerin sigaradan uzak durması gerektiğini söylüyor. Ancak bebeğin canı çok isterse bir iki fırt verilebilir.

Bebek ağladığında ne yapılmalıdır?

Bebeğin ağlama nedenleri değişik olabilir. Yapılması gereken şey ters giden şeyin ne olduğunu anlamaya çalışmak yerine "Acıktı herhalde..." diyerek anneye vermektir.

Annelerin "Acıktı herhalde..." diye bebeği babaya verememesi bir doğa mucizesidir.

6.7.06

Baba Naber?



Gecenin üçünde balkonda donla sigara içmemin bir sebebi var: Babayım ben...

Bir gece Bürge'nin sancıları başladı, bir noktadan sonra o kadar düzenli hale geldi ki "Üç sancı sonra haber ver, Seinfeld başlayacak!" gibi bir cümle kurmak abes değildi. (Gerçi sonradan başka sebeplerden dolayı son derece abes olduğu anlaşıldı.) Gün içindeki doktor muayenelerinde "açılma" olmadığını öğrenip bozulmuştuk. Ama perşembe sabaha doğru sancılar öyle yoğunlaştı ki, bende bile açılma olabileceğini düşünmeye başladım.

Hazırda bekleyen çantaları kaptık, hastaneye roketledik. Doktor geldi, muayene etti ve... "Açılma yok!" dedi. Düğünümüz sırasında pasta kesilirken benzer bir şey yaşamış olduğum için ne yapmamız gerektiğini biliyordum, hemen çıkarıp doktorun cebine 20 YTL sıkıştırdım. Doktor yüzüme boş boş bakınca çıkarıp bir on YTL daha sakal attım, "Açılmıştır herhalde artık..." dedim. Doktorun bakışlarında bir değişiklik olmadı. Ben cebimdeki bozuklukları toparlamaya çalışırken, doktor sezeryan yapacağını söyledi.

Doğuma ben de girdim... Biraz narkoz biraz da benim ,o an için son derece yavan, Dr. House taklidimin etkisiyle Bürge bayıldı. Sonra ben daha nereye bakmam gerektiğini anlayamadan bir ağlama sesi duyuldu; kızımız doğdu...

39 hafta süren macera iki üç dakikada bitti, diyordum.
Öyle değilmiş...

27.6.06

Beş Dakikada Bir, Düzenli...

Gecenin üçünde "Kalk lan! Doğuyo..." diye aradığımız doktorumuz, sabah daha neşeliydi...

Gece söylediğinin aynısını söyledi, gerçi daha anaşılır bir şekilde ifade edebildi. Belki de benim bazı şeyleri anlama kapasitem yükselmiştir. Bilemiyorum.

Elimizde kronometreyle sancı sayıyoruz...

Ben kızımızı biraz özgür yetiştirme taraftarıyım, ne zaman doğacağına kendisi karar versin istiyorum. Ama bu zamanda kız babası olmak kolay değil!

5.6.06

Bana Tabağını Göster, Sana Kim Olduğunu Söyleyeyim

İnsan hanzo olabilir. Önemli olan hayatında hanzoluğunu gizleyebilme yeteneğidir. Mesela seninle konuşurken eliyle ayak parmağının tırnaklarını koparan adam hanzodur. Ama bunu karısından gizli bir şekilde yapmayı beceren adam, yakalanana kadar, çevresinde kibar olarak tanınabilir. (Yakalandığı zaman br şey olmuyormuş gibi davranma becerisi, işi şakaya vurabilme refleksi ve konu değiştirme hızı kibar olarak anılacağı süreyi belirleyen diğer faktörlerdendir. Ama bu başka bir yazının konusu...)

İçindeki hanzoyu her koşulda gizlemeyi becerebilenlerin bile maskesinin düşeceği bir an gelir:

Açık Büfede Kartlar Açılır

İki hafta önce açık büfe brunch sunan bir yere pazar kahvaltısına gittik, bu hafta benimle gelmek isteyen olmadı.

Aslında daha o gün Bürge, benimle brunch veya çevrede başka insanların da bulunabileceği bir yere gelmekteki tereddütlerini kibar bir şekilde ifade etmeye çalışmıştı. Ben "Ne alakası var ya!" diyerek konuyu kapattığımı zannediyordum. Gerçi bunu söylerken ağzımda dört değişik tip peynir vardı. (Peynir, belli bir gramajdan sonra iletişim kopukluğuna neden olabiliyor.)

Yıllardır ustalıkla gizlediğim hanzoluğum ortaya çıkmıştı... Hata bende miydi? Elbette ki hayır... Sonradan anladım ki açık büfe sadece hanzoluğu değil, bütün gizli kimlikleri ortaya çıkaran sihirli bir aynaydı!

Ya Olduğun Gibi Görün, Ya Da Gördüğünü Ye!

Açık büfe beslenme zincirindeki bazı karakterlerin temel öellikleri...


Otoburlar: Bunlar sinsi olur... Herkesin kendilerini izlediğini zannederler. Ben seni niye izleyeyim manyak, birazdan sıcak köfte çıkacak onu takip ediyorum ben... Bunlar genelde sevimsiz iki kadından oluşan gruplar halinde yaklaşırlar açık büfeye. Salatalık, domates ve peçete alırlar. Kıro durumuna düşme korkusuyla peynirlerin yanından kayıtsız tavırlarla geçerler. Tabaklarında bakacak bir şey olmadığından benim kaymak kabını kepçeyle sıyırmamı seyrederler. Bir noktadan sonra gözgöze gelip "Kasmayalım!" derler ama o zamana kadar köfte kalır mı?

Etoburlar:
Salam, sucuk, jambon, füme dil, köfte ve garson yerler. Aslında tabaklarını en pahalı şeylerle doldurarak açık büfe girişiminden karlı çıkmaya çalışırlar. Bu durumu ziyan tekniğiyle sağlamaya çalışırlar. Gut kavramından haberdar değildirler. Benim de dahil olduğum bu grup gut'tan bahsedildiğini duyunca "But mu? Hemen alayım 6 tane!" tabaklarını hazırlayan insanlardan oluşur. Bürge'nin bünyesi açık büfede hep açık vermemize neden olacak boyutlarda olduğu için, hesabı denkleştirmek bana düşer. "6 ekler daha yedim mi hesap tamamdır!" gibi bir muhasebe anlayışları vardır.

Şıkoburlar: Bunlar artist olurlar, tabak doldurmayı sanat olarak görürler. Mesela renk uyumunu bozuyor diye kaşar peyniri almazlar. Tabağı göze hitap edecek şekilde süsleyip sonradan yemeden hayran hayran bakarlar.

Archoburlar: Açık büfeye bir mimar titizliğiyle yaklaşırlar. Eğitimlerini 80'lerde salata bar'larda yapmışlardır. Bir tek salata kasesine optimum malzemeyi doldurmakta ustalaşmışlardır. Dibe iceberg yapraklarıyla sağlam bir temel döşeyip içini rendelenmiş malzemelerle doldurular. Rus salatası ve kısırla kardıkları harcı sıvarlar. Tabağın kenarına dört baget saplayarak ikinci katı çıkanlar da olur.

Protestobur: Salad Bar'larda her şeyi bir tabağa sığdırmak zorunda kaldıkları günlere isyan edercesine istedikleri kadar tabağa paylaştırabilecekleri bir dünyanın mutluluğu içindedirler. Yedikleri şey umurlarında değildir. Hazların en büyüğünü tabağın ortasına tek bir siyah zeytin koyup, yeşil zeytin koyacakları ikinci tabağı alırken yaşarlar.

Liderler: Açık büfeye grupla gelenlerin içinden çıkar bunlar. Köfte tabağı, peynir tabağı, salata tabağı, börek tabağı gibi konsept yaklaşımları vardır. Gruptaki arkadaşları liderlerini alaycı şakalarla eleştirerek çevre masalara mahçup olmama derdine düşer. Sonra da utanmadan "Köfte nasılmış? Peynir iyi miymiş?" gibi yavan sorularla liderin getirdiği tabaklara yaklaşırlar. Lider bunu farketmez, o sırada tatlı tabaklarını hazırlama derdiyle açık büfededir...

Homoburlar: Bunlar gizli eşcinseldir, 4 tane domates alır otururlar. Milletin doldurduğu tabaklara küçümseyerek bakarlar. Domatesi çatal bıçakla yiyenler bunlardan çıkar.

İbnour:
Bunlar açık eşcinseldir... Garsonu ayartmaya çalışırlar.

Tamoburlar:
Bunlar neşelidir, yerler. Salamı, jambonu rulo halinde, peynirleri topak topak yapıp yerler. Ağızları doluyken de garsonla iletişim kurma kabiliyetleri gelişmiştir. Çevre masalardakileri ısıranlar bunlardan çıkar.

Ezginoburlar: Yazık, bunlar zavallıdır. Ürkek adımlarla tamamladıkları ilk turdan sonra ikinci tura kalktıkları görülmemiştir. Aldıkları da hep ucuz şeylerdir, rus salatası falan. Bol bol ekmek yerler, tutsun diye!

Kendinizle Yüzleşin

Kişinin aç karnına kendiyle yüzleşmesi zordur. Bunun doğrusu brunch'ta olur. Bir pazar sabahı dost bildiklerinizle açık büfenin, o gizemli aynanın, karşısına geçin! Ruhların derinliklerinde saklananlar tabakların üstünde belirdikçe hem kendinizi tanırsınız, hem de çevrenizdekileri...

Bunu yaparken köftelerle arama girmeye kalkarsanız köfte yerine acıların o en büyüğünü tadarsınız, baştan söyleyeyim!

27.5.06

Lost : Soru Cevap

İkinci sezonun sona ermesiyle birlikte akıllarda biriken sorulara, havada uçuşan teorilere soru - cevap metoduyla birlikte göz atalım.

Önce sezon finaliyle ilgili sorular:

Locke ve Mr.Eko öldü mü?

İnşallah!

Bilgelikten mallığa geçen Locke ve elinde odunla gezen Arap Ekrem'in zorlama zıtlaşmasını seyretmeye tahammülüm kalmadı. Desmond öldüyse üzülürüm ama... Alt yazısını bekleyemeden izliyoruz, herifin iskoç aksanını çözeceğiz diye canımız çıktı ama pek sevdik Desmond'u hanımla beraber!

Jack Ve Kate niye bakıştı, bir planları mı var?

Olsa ne yazar?

Çok afedersiniz neredeyse 50 bölümdür Jack'in bir tane başarılı planını gördünüz mü? Hanzo ki ne hanzo, hatta hanzofoundation! Sebepsiz gerilimlerin ve ani kaypaklıkların adamı!

Kate'i geç...

Fırsat varken ağzımızın tadıyla yiyişemedik, diye bakışmış olabilirler!

Kuş gerçekten "Hurley" dedi mi?

Lost Forumlarında bununla ilgili yorumlar, teoriler gırla gidiyor...

Demiş olsa ne yazar, olmasa ne?

Bizimkiler dizisindeki papağan yıllarca "Babacım!" dedi, "Katil!" dedi... Ne oldu! Bir de zaten kuş bu! Kedi olsa "anane" dese tamam!

Heykelin ayağı neden dört parmaklı?

Güzelim dizinin fıslamasına neden olan uyduruk ayrıntılara ufak bir ilave!

Alvar Hanso'nun heykeliymiş, adada genetik olarak dört parmaklı insanlar yaşıyormuş o yüzden orası seçilmiş, dharma'nın geleceğin insanı olarak tasarımı bir takım ergonomik nedenlerden dolayı 4 parmakmış gibi teoriler üretilecektir...

Parmak sayısı kadar uyduruk bir merak unsurunun diziye ne katmasını bekliyoruz?

Dört parmaklı ayağın sayılarla bir ilgisi olabilir mi?

Muhakkak!

4: Ayaktaki parmak sayısı...
8: İki ayaktaki parmak sayısı
16: Eller ve yaklardaki toplam parmak sayısı
15: Toplam parmak sayısı eksi toplam pipi sayısı...

İkinci sezonun sonunda iyice netleşti her halde! Rakamlar fıss... Bir ara rakamlarla eğlendik: Uçağın sefer sayısı, kasanın şifresi, piyango numaraları, araba plakaları... Sıkıldık! Senaristler de sıkıldı, bitti!

Penelope'nin babası Hanso Foundation'dan mı?

Evet... Bu arada flashback dışında dış dünyada olup biten şeyler izleyebiliriz önümüzdeki sezonda! Desmond' bulmaya falan gelebilir.

Libby ile Desmond'ın karşılaşması sadece bir tesadüf mü?

Evet...

Sayid'in Irak'ta karşılaştığı herifin adada olması da tesadüf! İlk sezonda bu tesadüfler bir yere bağlanacak gibi geliyordu, nasıl bağlanacak acaba diye meraklanıyorduk ama benim artık hüç umudum yok! Flashback'leri biraz daha enteresan yapmak için kullanılan bu numara artık sıkıcı olmaya başladı! Ucunda bir bok olsa bir şey demeyeceğim ama, biliyorum yok!

Hocam sen madem bu kadar gıcık oldun niye izliyorsun diziyi?


Bilmiyorum... Ama üçüncü sezonu çok efendi seyredeceğim, buraya yazıyorum! Torrentlere falan dadanmak yok! Digiturk'te ne varsa o! Öyle teorilerle falan da uğraşmayacağım! Üçüncü sezonda da adamım Henry Gale olacak, bir de ölmediyse Desmond'u alkışlarım! Ayakkabı teki suratlı Jack'le, Tatar Jin'le, Mal Of Faith Locke'la işim olmaz!

Bir de kendi teorimi yazacağım bir ara, ondan sonra bakacağım duruma!

17.5.06

Şu Dağlarda Konsept Olsaydım

Konsept nedir konsept?

Bir şeyin fiyatının benzerlerinden daha yüksek olmasını sağlayan özellik.
Konsept gözle görülmez, varlığı hissedemezsiniz. Üzerlerinde fiyat etiketi olmayan iki şeyin hangisinin konsept olduğunu anlayamazsınız.

Bunun tam olarak bir inanç meselesi olduğunu da söyleyemeyiz. Konsept bir temennidir. "Bu kadar para verdik, satıcı da konsept olduğunu söyledi... Konsepttir herhalde!" diyebilirsiniz ancak.

Maalesef toplumumuzun önemli bir bölümü konsept nedir bilmiyor...

Hayret Bi Konsept

Her boku bilen Gülaydın, konsept nedir bilmiyor. Post-Tadilat Sendromu'nun en civcivli zamanında evi temizlerken yeni aldığımız mobilyalardan bahsediyordum Gülaydın'a... "Şöyle konsept, böyle konsept!" diye anlatırken Mudo görevlileri eşyaları getirdi. Ambalaj açıldığında Gülaydın'ın alaycı bir şekilde bana baktığını farkettim.

"Bizim köyde eşeklerin semerlerini koyarlar böyle dolaplara!" dedi. Kent Yaşamı - Köy Yaşamı gibi bir Birol Güven sahnesi yaşanmaması için "Biz bu tip seviyoruz..." diyerek konuyu kapatmaya çalıştım. Gelgelelim ibne satıcı fiyat etiketini dolabın içinde bırakmış. Gülaydın tozunu alırken etiketi gördü, bir süre şaşkın şaşkın baktı. Gördüğü uzun rakam dizisinin barkod olmadığını farkedince de kahkahalarla gülmeye başladı. (Bu gülüşün bir benzerini daha önce de duymuştum.) "Biz semerleri kendimiz takıyoruz, dolabı DVD ve CD koymak için değerlendireceğiz!" diyerek konuyu kapattım. (Az önce açtığım parantezi tam anlamıyla kapatmadığımı farkettim. Gülaydın daha önce kanepeyi tek başıma kaldıramadığım için gülmüştü bana. Bir eliyle kanepeyi kaldırıp diğeriyle altını siliyordu; bir taraftan da dediğim gibi gülüyordu!)

Böyleyken böyle... Çok yakında evin yeni halini bir dekorasyon dergisinde görürseniz şaşırmayın! Belki de beni gazetede görürsünüz! "Mudo Konsept'teki Meczup" haberinin fotoğrafında elinde benzin bidonu tutan benim!

Evin eski halini de Fahir'e giderek görebilirsiniz...

9.5.06

Masif Olur Gemilerin Direği 2

Ustaların zaman kavramı üzerine uzun süre düşünmüş birinin, ertesi gün yazmayı vaad ettiği konuyu gerçekten de ertesi gün yazmasını beklemiyordunuz herhalde!

Neyse...

Bankadaki küçük birikimimizin bizi nasıl huzursuz ettiğini, bir an evvel kurtulmak için tadilata kalkıştığımızı daha önce anlatmıştım. Marangozluk işlerinin bizi umduğumuz kadar örselememesi yeni arayışlar doğurdu.

Twisted Sistre

Başlangıçta salonu duvardan duvara şahane bir şekilde kaplayan halıyı atmak için geçerli bir sebebimiz yoktu. Altındaki parkeyi sistrelemenin pahalı bir işlem olduğunu öğrenince dünyalar bizim oldu! Üstelik ilaveten yeni halılar alınması gerekecekti...

Sistreci salonu tamamen boşaltmamızı istedi. O kadar eşyayı nereye koyacağımız konusunda fikir vermedi. İki seçeneğimiz vardı: Ya eşyaları içerdeki odalara yığacaktık, ya da salonda bir küme haline getirip sistreciyle koordine biçimde dolaştıracaktık.

İki seçenek de yorucuydu... Başka bir yolu olmalıydı! Bir iki gün kara kara düşündükten sonra üçüncü bir yol bulduk: Bütün eşyaları atıp sistre bittikten sonra yenilerini almak! En masraflı çözümü nasıl olup da baştan akıl edemediğimize şaştık.

Yeni eşyaların alımı ile ilgili fikir edinmek isteyenler Küçük Mübaşir'in "Masif Ve Pasif" macerasını podcast olarak i-tunes'da bulabilirler. (Gerçek hikayeyi anlatmaya utanıyorum. Şu anda evimizin en otantik aksesuarının Mudo Concept'ten aldığımız bir fatura olduğunu söylersem neden utandığım belki anlaşılabilir.)

Bir şeyleri atma konusundaki hassasiyetim Modern Sabahlar'da en çok işlenen konulardan biri... Atamıyorum, kıyamıyorum! Hala bir sigara yakıp evlendiğimiz zaman Bürge'nin attığı çeşitli ebatlardaki boş kavanozlarımı kederle andığım oluyor. Salondan çıkan eşyaların zaman zaman ziyaret edebileceğim bir yerde durması gerekiyordu.

Fahir arandı...

Fahir'in daha çok kafasında tavla kırmak, mutfak kapılarını göçertmek için kullandığı gücünü iyi amaçlar için kullandığı da olur. İşin ucunda salonunu renklendirecek eşyalar olduğunu öğrenince evinin duvarlarını yumruklamaya ara vererek gelen Fahir'in bile gücünü aşan bazı şeyler vardı: Rulo haline geldiğinde salonun ortasında asırlık bir çınar gibi kıpırdatılamayacak şekilde yatan halı gibi...

Eşya taşıtmak için tuttuğumuz kamyonetin şoförünü halıyı pencereden atamayacağımıza ikna ettikten sonra, Fahir parçalayarak indirmek üzere halıyı katır kutur kesmeye başladı. Bu esnada taşınacak dolapların ebatları karşısında endişeye kapılan şoför hayatım boyunca bir daha unutmayacağım bir isim telaffuz etti: Recep!

Enter Recep

Recep'e "hamal" demek, sıradışı kuvvetine haksızlık etmek olur. Aynı sebepten dolayı Recep'e "insan" demek de mümkün değil. İki kapaklı koskoca gardrobu sırtlayıp üç kat aşağı indiren adamı sınıflandırmak kolay değil. Hemen belirteyim bu işlem gerçekleşirken ben hala gardrobun içindeydim.

Çevremde güç gerektiren işler gerçekleşirken her zaman aynı şey yaşanır. İyi niyetle bir şeyin ucundan tutup yardım etmeye kalktığımda "Abi sen bırak istersen!" denir. Bu durum bir şey kaldırmaya çalışırken yüzümde oluşan ifadeden mi, benim kaldırdığım tarafın ağırlığında bir değişiklik olmamasından mı kaynaklanıyor bilmiyorum. Böyle durumlarda diyecek bir şey de bulamıyorum. "Sen koca gardropu tek başına sırtlanmış olabilirsin ama i-tunes'da Ege Kayacan yazınca 40'a yakın podcast çıkıyor, naber!" cümlesinin Recep'e bir şey ifade etmesi çok zor. Hele ki o cümle sırtında taşıdığı gardrobun içindeki bir adam tarafından söyleniyorsa...

Neyse, Recep'in karşısında her zaman ezik olacağımı kabullenince sadece "Şunu indireceğiz... Onu bırak istersen, duvar o... Kalacak!" diye yol göstermeye başladım. Recep'in söylediklerimi dinlemesinden cesaret almış olacağım ki bebek odasından taşınacak kapakları işaret ederken, "Orada yerler halı... Ayakkabıları çıkar istersen." demiş bulundum.

Cehennemden Gelen

Recep'in ayakkokusunu bir hayvan ölüsüne benzetmek doğru olmaz. Zamanı donduran , mekanı dolduran yapısıyla büsbütün bir varlık olan o koku canlıydı! Burnun en kuytu noktalarını bile rendelercesine insanın içine dolan o meşum koku, bugün bile bir tadilat anısı olarak evde hayatını sürdürüyor.

İspatlanması güç de olsa, Recep dediğimiz organizmanın, koku tarafından yayılmak için evrimle geliştirilmiş kompleks bir organ olduğunu iddia eden bir teori var.

Neyse...
Recep eşyaları kamyona yükledi, sonra kamyonu sırtlanıp Fahir'e götürdü!

Bomboş kalan evde sistre yapıldı, cila kokusu çıksın diye camlar iki gün açık bırakıldı. Cila kokusu çıktı, Recep'in izi daha önce de söylediğim gibi kaldı!

Boşalan evin nasıl dolduğunu anlatacağım son yazıyla tadilat macerası da bitecek.

Yakında

Masif Olur Gemilerin Direği 3
"Şu Dağlarda Konsept Olsaydım"

7.5.06

Masif Olur Gemilerin Direği

Bebek odası için evde yeni düzenlemeler yapmak gerekiyordu. Bir iki küçük değişiklikle hallolacağını farkedince hayal kırıklığına uğradık. Aradığımız şey bizi maddi ve manevi bir yıkıma sürükleyecek büyük çaplı bir tadilattı!

Usta Bizi Öldürsene

Tadilat nedir? Bir takım heriflerin eve girip çıkması... "Usta" olduğunu iddia eden bu heriflerin hangi konuda ustalaştığını hep birlikte inceleyelim:

"Usta" zamanında gelmez... Herhangi bir "usta"yla müşerref olduysanız bunu biliyorsunuzdur zaten. Eskiden bu durumu tamamen ustayla insanlık arasındaki mesafeye bağlıyordum. Bir aylık tadilat süresinde yaşadıklarım düşüncelerimi tamamen değiştirdi.

Ustalar bizlerinkinden tamamen farklı; saatlerin, günlerin değişik anlamlar kazandığı bir zaman anlayışına göre yaşıyorlar. "Bir hafta sonra hazır olur..." diyen bir ustanın kastettiği sürenin bizim anladığımız bir haftayla alakası olmuyor. Bizler (İnsanoğlu) dünyanın kendi çevresinde yedi kez dönmesine tekabül eden süreye bir hafta diyoruz. "Usta"nın bir haftası ise bizim bilemediğimiz çok uzak galaksilerdeki yıdızların belli bir konuma yerleşmeleri için gereken süreyle ölçülüyor. Bu sürenin şaşırtıcı bir şekilde ustanın aklına estiği zamanla örtüşmesi de ilginç tabii...

Bir ay sonunda "Usta"nın Çarşamba'sının, bizim (İnsan Evlatları) Pazar'ımıza; "Usta"nın bir hafta sonrasının, bizim (İyi aile çocukları) on beş ? yirmi günümüze denk geldiğini kestrebilecek hale geldim. Saat konusunda tahmin yapmanın en tecrübeli olanlarımız için bile imkansız olduğunu öğrendim.

"Usta"ların zamanı bizden farklı algılamalarının sebebi tiner kokusu, ya da çok küçük kıymık veya molozların iri gözenekli kafataslarından beyne sızmasıyla açıklamak mümkün...

Bilgisayar mühendislerinin kafasının bir noktadan sonra bilgisayar gibi çalışmasından yola çıkarak, keresteyle haşır neşir olan insanların dünyaya odunsu bir coşkuyla yaklaşmasını da kabullenebiliriz belki

Peki ya Recep?i nasıl açıklayacağız, nasıl kabulleneceğiz?

Deneyeceğiz artık...


Yarın


Twisted Sistre ve Enter Recep

20.4.06

Yüzümüze Yüzümüze, Ekşi Ekşi

Sinema sanatının geleceği tehlikede! İyi niyetli ama düşüncesizce gerçekleştirilen bir atılım salonların boşalmasına neden olacak. Modern Sabahlar olarak geçen cuma yayında uyarmaya çalıştık, kayıtlara geçsin diye buraya da yazmak lazım.

Sinemada Yeni Boyutlar

Japonya'da önümüzdeki günlerde bir filmin "kokulu" gösterimi izleyicilere sunulacakmış. Amaç filme boyut katmak! Japon Kardeş, anlıyorum, boyut katmak istiyorsun... Ama kokudan başka boyut bulamadın mı?

Koku nedir? Bir adamın osuruğunun burnumuza yansıması...

Kokulu filmlerle birlikte hayatımızda nelerin değişeceğine düşünüyorum günlerdir... İzlediğim her şeye başka bir gözle bakmaya başladım.

Kaplanın Götü

Rocky... Kahramanımızın deli danalar gibi koştuğu sahnede seyirci olarak heyecanlanmak yerine, kan ter içinde merdivenleri çıkan Rocky'nin ter kokusuyla ebelleşmeye başlayacağız, bu bir. Hadi diyelim Rocky bakımlı bir erkek. Deodorant kullanıyor, duş alıyor... Tek derdimiz ter kokusu mu? Maalesef...

Bu Rocky, aç açına mı çıktı koşuya? Hayır, kahvaltı etti. Yataktan kalkar kalkmaz, içine altı yumurta kırdığı koca bir bardak soğuk sütü içti. İçtiği şeyin Rocky'nin kuvvetine kuvvet kattığından şüphe yok! Ama bu karışımın izleyici olarak bana nasıl yansıyacağı belli: Osuruk!

Boş mideye soğuk süt, içine altı yumurta... Merdivenleri çıktıktan sonra dinlenmek için bir de taşa oturursa tam olur! Yanlış anlaşılmasın, ben osurmasın demiyorum. Osursun, ama ben koklamayayım...

McClane'nin İçi Çürümüş

Die Hard II... Bir sahnede McClane bir kapağa yükleniyordu. "Zamanında açabilecek mi acaba?", diye heyecanlanmak yerine "Ne zaman osuracak?" diye izlemeye başlayacağız yakında. Filmden kopacağız, "Ne yamiş acaba?" diye düşünmeye başlayacağız. Filmin sıkıcı sahnelerinde bu tip şeyleri düşünmeye bir şey demiyorum, ama bu düşünceler en heyecanlı sahnelerde aklımıza (ve burnumuza) üşüşecek. İnsanın gücü her şeye yetmez! Kahramanımız ya düşmanı kontrol edecek ya kıçını... İkisine birden söz geçirmeye çalışınca zorlanacak; zorlanınca salacak!

İnsan zorlanınca salar, bünyemiz böyle...

Hemen belirteyim, hayvanlar da salar. Hem de nasıl bir salma... Hemcinsel kovboyları geçtim, sadece lifli şeyler yiyen o atların osuruğunu da koklamaya başlayacağız yakında. At diyorum size! Yürürken patır patır bırakan hayvan, kim bilir nasıl salıyordur!

Aşkın Kokusu

Romantik komedileri rahat rahat izleyebiliriz diye düşünenler de yanılıyorlar. Diyelim oğlan ve kız buluştu. Oğlan kıza çiçek götürdü; kokladık; güzel... Restorana gittiler; yemek geldi, kokladık... Şahane! Ayrılırken, oğlan kızı öptü; kızın parfümünü içimize çektik... Mis! Peki sonra? Oğlan arabaya döndü, kız el salladı, romantik müzik yükseldi...ve Zart! Oğlan osurdu!

Beraber geçirdikleri sürenin sonunda oğlan kızdan ayrılır ayrılmaz osurur. Bütün gece kızın yanında kendini tutan adam, güvenli mesafeye ulaştıktan sonra salar. (Güvenli mesafe osuruğun ses ve kokusunun kıza ulaşamayacağı mesafedir. Yediklerimize, bağırsak durumumuza, rüzgarın yönü ve şiddetine göre değişir.)"Seni evine bıraktıktan sonra hiç osurmadım sevgilim!" diyen yalan söylüyordur. Ben erkekler adına konuşuyorum, belki kızlar da tutup tutup ayrılınca osuruyordur, bilemem.

Mesele Koku Değil

Osuruğun kokusuna bir noktaya kadar tahammül edebilirim ama mesele sadece koku değil ki! Diyelim detektif adamı sorguluyor; katil hakkındaki en önemli gerçeği öğrenmek üzere. Derken bir koku... Biri osurdu, bu belli. Ama hangisi? Detektif mi yoksa sorgulanan adam mı? Adam köşeye sıkıştığı için mi, tamamen gevşeklikten mi? Osuran detektif mi? Yoksa yanımda oturan hanzo mu osurdu?

Filmi mi düşüneceksin, bunları mı? Her şey bir yana, biz sinemaya millet yüzümüze yüzümüze ekşi ekşi osursun diye mi gidiyoruz?

Filmlerdeki diğer iğrençliklerin (ceset, kan, yanık...) kokuları da hesaba katılırsa "Kokulu Sinema" fikrinin ne kadar tehlikeli olduğu farkedilir diye umuyorum. Kimseye zerre kadar faydası olmayacak bu icadın sinema sanatının sonu olacağını tüm sinema severlere bildiriyorum.

Sinemada filmin heyecanlı yerlerinde osurup suçu perdedekilere atabileceğini düşünenler varsa, susmak istiyorum.

9.4.06

Zerzevat Koçu

İnsan vücudunda ağrıyacak ne kadar çok yer olduğunu yeni farkettim... Kafa, kol, bacak, böbrek... Aklına gelecek iç ve dış bütün organların ağrılarıyla boğuşuyorum! Hastayım, iyileşemiyorum...

Geçen salı portmanto'yu düzeltirken yazlık terliklerim geçti elime. Havaya girip manava terlikle gitmeseydim bu halde olmayacaktım. Daha evden çıktığımda bir hata yaptığımın farkındaydım, ama iki dakikada alacağımı alır dönerim, diye düşündüm (Yanlış düşünce!). Manavla sohbet etmek zorunda kalacağımı bilmem lazımdı.

Esnafla sıcak ilişkiler kurmanın önemini geç sayılabilecek bir dönemde kavradığım için maksadını aşan bir şevkle sarılıyorum bu işe. Genelde sohbetime esnafın bir özelliğini övmekle başlıyorum. Övülecek bir şey yoksa uyduruyorum... Sifonu tamir eden amcaya "Siz meslek hayatınızda kim bilir ne sifonlar görmüşsünüzdür!" demiştim zamanında... Gerçi bu boş laf bir ki ay sonra taharet musluğu için gereken bir kaç contayı beleşe almamı sağladı.

Manavla aramız daha iyi... "Zerzevat Koçu" diyebileceğim bir insan. "Çok lazımsa iki tane al şimdilik, esas domates perşembe gelecek!" diyecek kadar düşünceli. Aramızdaki samimiyet normal zamanlarda (ayakkabı giydiğimde) ayaküstü sohbet kategorisinde renkli olarak değerlendirilebilecek şekilde gerçekleşiyor. Ama insanın ayağında açıklanamayan nedenlerden dolayı terlik varsa (açıklanamayan neden: TAMAMEN MALLIK!)dünyanın en eğlenceli muhabbeti bile işkenceye dönüşüyor. "Ben mal olduğum için terlikle geldim, şimdi de üşüyorum... Eve gitmek istiyorum... Lütfen!" diyemiyorsunuz. Evin ihtiyaçlarını üçe beşe bakmadan tedarik eden adam imajıma halel gelsin istemiyorsan dayanmak zorundasın. Zaten terlikle giderek eleştirilere açık hale gelmişsin, bir de üşüdüğünü söylersen bitersin...

Şıpıdık terliklerimle kıvırcık, salatalık ve domateslerin arasından sıyrılıp kasaya varmak üzereydim ki erikleri gördüm... Erik dediğim de bildiğimiz eriğin çekirdeğinden daha küçük, bezelye görünümlü bir şey... Yanındaki kartonda "ERİK" yazmasa anlamazsın ne olduğunu... "Anam erik çıktı!" diye oraya koşarken terliklerimin çıkardığı sesi umursamıyordum. Yaklaştığımda eriklerin boyunun "İ"nin noktasından daha küçük olduğunu farkettim. Bayağı da pahlıydı meretler... Tek bir taneyi güzel bir yüzüğe monte edip şık davetlerde ilgi odağı olmak mümkündü, tabii pırlantaların arasında erik seçilebilirse...

Manav dönüşlerinde eve sürpriz ürünler getirerek iltifat almayı sevdiğimden bir torba aldım. O an zor bir karar vermem gerekiyordu. Alışverişini tamamlamış bir adam olarak oradan ayrılmalı mıydım? Yoksa, pahalı ürünü alan müşteriye gösterilen ihtimamın keyfini sürmek için biraz daha mı kalmalıydım? Kaldım... (Yanlış düşünce...)

Kasada oturan Hüseyin'e (Zerzevat Koçum) iyice yaklaştım... Terlikli ayaklarımı görüş mesafesinden çıkardığıma emin olduktan sonra Şeftali konusunu açtım. Bugün bütün vücudum şeftali kıvamındaysa o sohbet yüzündendir. "Eee, Şeftali ne zaman çıkar?" diye başlayan o sohbetin ne kadar sürdüğünü bilmiyorum. Diğer müşteriler bundan etkilendiler mi emin değilim... "Erik alan adam şimdi de Şeftali peşinde, vay anam vay!" diyeni duymadım... "Mala bak, terlikle gelmiş..." diyen oldu.

Soğuktan uyuşmuş ayaklarımı sürüye sürüye eve yürürken Bürge'nin erikleri görünce nasıl sevineceğini hayal ediyordum. "Erik mi? Nasıl buldun bu mevsimde?" diye neşeyle boynuma sarılacaktı... Dayanmam gerekiyordu!

Eve geldiğimde poşetleri tezgahın üstüne koyup ayaklarımı ovmaya başladım. Hesaplarıma göre Bürge poşetleri boşaltırken erikleri görüp sevinçten manyak gibi bir şey olacaktı. Olmadı... Önce elmaları gördü. Ayaklarım üşüdüğü için elma seçme işini biraz aceleye getirmiştim... Aşkı için mevsimlere meydan okuyan, terlikli ayaklarıyla zamanın ötesine geçip erikle dönen kahraman iki yamuk elma yüzünden maymuna dönmüştü... Terlikli bir maymuna!

Bütün bunlar olurken vücudumda başka bir macera yaşanıyordu... Vakitsiz giyilen terlikler bağışıklık sistemimin bağışlamayacağı bir hataydı.

Pazar sabahındayız, hala bağışlanmadım... Koca kış boyunca böyle hastalanmamıştım.
Burnumdan oluk oluk pişmanlık akıyor, boğazım fantuş, ağrımayan yerim yok!
Bu arada bütün bunlara sebep olan Şeftali Sohbeti'nin ana fikri: Daha var Şeftaliye...